Metis Yayınları’nın iki yıl önce yayımladığı 2010 “İllallah” Ajandası’na TCK 216/3 maddede belirtilen “dini değerleri alenen aşağılama suçu” işlendiği iddiasıyla açılan davanın 3. duruşmasında yayınevi yönetmeni Semih Sökmen savunmasını verdi.
İllallah Ajandası için dava, Ali Emre Bukağılı adlı şahsın şikayeti üzerine, Beyoğlu Cumhuriyet Savcılığı’nın “kovuşturmaya yer olmadığı” kararına karşın, aynı şahsın itirazı yoluyla Bakırköy 1. Ağır Ceza Mahkemesi’nin bu kararı kaldırmasıyla açılmıştı. Semih Sökmen davadaki savunmasında özet olarak şunları söyledi:
“Ajandayı yayımlarken, Sunuş yazısında ‘bizler inanma hakkına saygı duyuyoruz. Ama biraz daha derin bir saygıyı inanmama hakkına duyuyoruz” demiştik. Mevcut anayasa kişilerin inanç özgürlüğünü teminat altına alırken, inanmamayı da kişisel bir özgürlük olarak tanımlamış oluyor çünkü inanmamak da sonuçta bir inançtır. Sekülerliğin teminatı olan bu temel, Türkiye’de ne yazık ki çok kırılgan. İnanç duymayan bireylerin kendilerini ifade özgürlüklerinin sıklıkla kısıtlandığını görüyoruz. Böyle bir davanın açılabilmiş olması, anayasanın tanımladığı inanç özgürlüğünün hayata geçirilemediğini, bir süs ve fantazi olarak kaldığını gösteriyor. Ajandada bizim yazdığımız, sarfettiğimiz hiçbir söz yok. Tümü dünya yazarlarından ve biliminsanlarından yapılmış alıntılar. Dolayısıyla bu davayla birlikte alıntı yaptığımız, aralarında Bernard Shaw, Albert Einstein, Galileo Galilei, Bertrand Russell ve Sigmund Freud’un da olduğu çok sayıda tarihsel şahsiyet de yargılanmış oluyor. Türkiye’nin bu noktaya düşeceğine inanmıyorum. Fikri, eleştirel, sanatsal ve felsefi argümantasyon hakaret değildir. Bu tür bahanelerle ifade özgürlüğünün ortadan kaldırılmasını kınıyorum.”
Şikayetçi vatandaşla röportaj
İllallah ajandasını şikayet eden Ali Emre Bukağılı ile Elif Bereketli'nin Sabit Fikir için yaptığı "Benim rahatsız olduğum bir kitap başkasının ihtiyacı olamaz" başlıklı röportajdan:
• Gündemdeki davalarda, kitapların (Burroughs, Palahniuk) edebi olmadığı söyleniyor. Ve birçokları, bir kitabın edebiliği ile ilgili görüş bildirmenin edebiyatçılara düşeceğini, hukukçuların bu konuda söz hakkı olmadığını söylüyor? Siz bu konuda ne dersiniz?
Hukukun ilgili olmadığı hiçbir alan yoktur. Çünkü her düşünce veya eylemin makul ve kabul edilebilir sınırları olduğu gibi, bu sınırların aşıldığı durumlarda vardır. Edebiyat, tıp, mühendislik, ticaret her ne meslek veya sektör olursa olsun her şeyin hukuki bir boyutu vardır. Bir kitabın edebiliği konusunda elbette edebiyatçı görüş bildirir, ama hukukçular da ayrıca görüş bildirebilir. Eğer o kitapta Ceza Yasasına aykırı unsurlar varsa, bunu değerlendirecek olan elbette ki yasaları bilenler yani hukukçular olacaktır.
Aynı şekilde örneğin mimari bir yapı hakkında bir mimar teknik detaylar hakkında fikir beyan edip eleştiri yapabilir. Ama bu mimari yapı, mimarlık kriterlerine tam olarak uygun olsa da örneğin mühendislik kriterlerine uygun değilse, depreme dayanıklı değilse veya bir başkasının arazisi üzerine haksız yere inşa edildiyse, elbette o yapının hukuka uygun olduğundan söz edilemez. Çünkü yasalara ve yapı yönetmeliğine uygun dizayn edilmemiştir. Bu konudaki söz hakkı da elbette yasaları bilen hukukçuların üzerinedir.
Sonuç olarak bir kitap edebi olabilir, bir mimari yapı mimarlık kriterleri açısından mükemmel olabilir, ama hukuki olmayabilir.
....
Tümüne buraya tıklayarak ulaşabilirsiniz.
Semih Sökmen'in tüm savunma metni şöyle:
BEYOĞLU 16. ASLİYE CEZA MAHKEMESİ BAŞKANLIĞINA,
30 Kasım 2011, İstanbul
Beyoğlu Cumhuriyet Başsavcılığının sorgulamasına cevaben belirttiğim gibi, Metis Yayıncılık Ltd. Şti’nin sorumlu yayın yönetmeni sıfatıyla, derleme bir eser olan Metis Ajandası 2010: “İllallah” adlı yayının bütün sorumluluğu şahsıma aittir. Ajanda içeriğini oluşturan eser sahibi benim. Bu yayın, yazarı ya da yazarları olmayan derleme bir eser olduğundan, yayımlayan olarak sorumluluk tümüyle bana aittir. Yayının künyesinde “Hazırlayanlar” olarak adı geçen ve bu yüzden iddianamede şüpheli olarak yer verilen diğer kişiler, yayının basımı öncesindeki hazırlık çalışmalarını, dizgi, mizampaj, imla düzeltme vb işleri yapmışlardır. Bu derleme eserin fikri, felsefi, maliki, ticari ve hukuki sorumluluğu şahsıma aittir.
Metis Ajandaları her yıl yayınlanmakta ve seçilmiş belli bir konuda alıntılanmış olarak okuma parçası olan metinler ve cümleler içermektedir. "İllallah" başlıklı 2010 Ajandasında konu olarak "İnanmama Hakkı" seçilmiş ve en başta Sayfa 4'teki “Sunuş” yazısında, niçin bu konunun seçildiği ve ne kastedildiği açıklanmıştır: Ben fikren, inanmama hakkının da bir insan hakkı olarak yasalar tarafından tavizsiz bir şekilde korunması gerektiğine, bunun laik, seküler bir hukuk devletinin temeli olduğuna inanıyorum. Konunun seçilme nedeni, inanan insanları hor görmek, tahrik etmek ya da aşağılamak değil, tam tersine inanç özgürlüğünün ancak inanmama hakkını da içerdiği zaman anlam taşıdığını göstermektir. Bu, mevcut T.C. anayasasının her vatandaşa tanıdığı temel bir haktır. T. C. Anayasası bu hakkı, bir kişinin İslam’a, Musevilik’e vb bir dini görüşe kendi özgür seçimiyle inanabileceği gibi, “inanmamaya inanabileceğini” de göz önünde tutarak, “inanç özgürlüğü” diye yazmıştır: Bu temel hakkın, inanç özgürlüğü temelinde içerilen inanmama hakkının, çeşitli mülahaza ve uygulamalarla, anayasaya aykırı olarak, korunmak ve geliştirilmek bir yana, tam tersine sürekli saldırı altında kaldığına, çiğnendiğine tanık oluyoruz. Bu yüzden ajandanın bir gerekçesi de buna dikkat çekmektir.
Bu yayın yoluyla iddia edilen suçu işlediğimi reddediyorum. Bu dava hiç açılmamış olması gereken bir davadır. Nedeni şudur:
1. Ajanda’da dünya edebiyatı ve felsefesinin önde gelen şahsiyetlerinden alıntılar yapılmıştır. Yapılan alıntılar, felsefi ve sosyolojik eserlerden alınmış cümlelerdir. Benim bunlara ilave edilmiş cümlelerim yoktur, aynen olduğu gibi alıntılanmıştır. Alıntıların yapıldığı bu eserler Sayfa 168'de (Kaynakça’da) gösterilmiştir. Alıntılanan şahsiyetler arasında George Bernard Shaw, Umberto Eco, Dostoyevski, Andre Gide, Nietzsche, Mahatma Gandi, Stendhal, James Joyce gibi edebiyatçı ve filozoflar ile Albert Einstein, Richard Dawkins, Sigmund Freud, Bertrand Russell, Galileo Galilei gibi bilim adamları ve hatta klasik düşünceden Ksenophon, Epikuros, Lucretius gibi antik filozoflar vardır. Dünya tarihinin bu büyük isimlerinden bazıları kurumsal dine ve din ideolojisine karşı çıkarlar, diğer bazıları da doğrudan doğruya tanrı tanımazdırlar. Bütün bu yazarların, düşünürlerin eserleri Türkçe’de yayımlanmıştır, okunmaktadır, piyasada mevcuttur. İddianame, bütün bu şahsiyetlerin inançsızlıkları ile inanan insanları aşağıladıklarını da iddia etmekte midir? Hiç açılmamış olması gereken bu dava, bu tarihsel şahsiyetleri de yargılamış olmayacak mıdır?
2. Nitekim savcılık da bu davanın açılmasını reddetmiştir. Böyle bir davanın varlığı bile, açılmış olması bile, tam da anayasal bir hakkın kullanılmasını sınırlamaya, engellemeye yönelik bir girişimdir. Dini inanç ve inançsızlık çağlar boyunca hem felsefenin hem din ve düşünce tarihinin konusu olmuştur. Bunlar felsefenin konusudur ve yasalarımızda felsefeyi yasaklayan bir madde yoktur. Bunları aktarmak, tartışmak, ilgili düşünceleri ifade etmek, yayımlamak, düşünce ve ifade özgürlüğünün temel kullanım şeklidir. Ne yolla olursa olsun bunun kısıtlanmaya çalışılması da tam da ajandanın gerekçesini açıklarken kastettiğim şekilde anayasal bir suçtur ve mevcut anayasayı da bir süs ve fantazi haline sokmakta, hukukun varlık nedenini ortadan kaldırmaktadır. Anayasada yer alan haklar kullanılmak için yazılmıştır.
3. Alıntı yoluyla Ajanda’ya alınmış herhangi bir cümlenin dini ve din ideolojisini eleştirmek dışında, belirtilen tahrik ve aşağılama kastı yoktur. Bu alıntılarla açık ve yakın tehlike oluşturmamız da mümkün değildir.
4. Yine ahlaken ve insani anlamda, inanç sahibi insanların, inançları her ne olursa olsun, bu inançlarından dolayı hakarete veya horgörüye maruz kalmalarını kati surette benimsemem. Ne var ki, eleştiri ve fikir başka şeydir, hakaret ve aşağılama başka şeydir. Din, dinsel ideoloji ve keza Tanrı inancının ne olduğunun tarih, felsefe, sosyoloji ve antropoloji disiplinleri çerçevesinde eleştirilmesi, tartışılması, konuşulması, bunlarla ilgili görüş ve kanaatlerin açıklanması, bir hakaret ya da aşağılama olarak değerlendirilemez. Eğer bu mümkün olsaydı, eğer Türkiye bazı başka ülkeler gibi şer’i hükümlere tabi olsaydı, mevcut yayın ve kitapların önemli bir kısmının buna benzer davalar sonucunda cezalandırılması gerekirdi.
5. Öyleyse niye açılmıştır bu dava? Bu davanın açılması için şikayette bulunanlar, bu tür şikayetleri alışkanlık haline getirmiş şahıslardır. İnternetteki sitelerinde bunu görebiliyoruz: http://ifadeozgurlugu.net/articles.php?artid=24 . Bu sitenin adresinde her ne kadar “ifade özgürlüğü” dense de, siteyi ziyaret ettiğimizde anlıyoruz ki, bu kişiler kendilerini hukukun yerine koyarak, ifade özgürlüğünün sınırlarını tespit etmeye çalışıyorlar, buna vesile olacak davalar açmaya çalışıyorlar. Niyetlerini açık eden iki yan var: Birincisi, bu davanın iddianamesini söz konusu siteye koymuşlar, ancak kendi adreslerini gizledikleri halde bizim kimlik ve adres bilgilerimizi aynen göstermekten çekinmemişler. Yani iddianameyi yayınlayarak bizi teşhir etmeye çalışıyorlar. Aynı sitenin “Siz ne yapabilirsiniz” köşesinde de izleyenlerini “şikayet dilekçesi yazın“ ya da ”bize bildirin, biz halledelim” diyorlar. Yani biz “inançsızlar” açık bir şekilde hedef gösteriliyoruz, ve aleyhimizde delil oluştursun diye şikayet toplanmaya çalışılıyor. Bu şahısların amacı, geçmişte başka davalar yoluyla yaptıkları gibi, dava sürecini, hukuk mücadelesi kisvesi altında bir siyasi gösteri haline sokmaktır.
İllallah ajandasının sunuş yazısı şöyleydi:
Bu ajandayı hazırlayan bizler, inanma hakkına saygı duyuyoruz. Ama biraz daha derin bir saygıyı, inanmama hakkına duyduğumuzu da belirtmemiz gerek.
İnanmanın bir kez daha tartışılmaz bir şekilde insan varoluşunun temellerinden sayılmaya başladığı günümüz dünyasında, (ülkesine ve mekânına bağlı olarak) inanma hakkı örgütlü dinlerle, devlet bütçeleriyle, polis ya da asker kuvvetleriyle koruma altına alınmış durumda; buna karşılık, varoluşlarını inanma temelinde tanımlamak istemeyenler genellikle tekil, münferit ve örgütsüzler. Doğduğumuzda dinsel bir kimlik edindiğimiz varsayılıyor ve dünya karşısındaki duruşumuzu nasıl tanımladığımız sorulmadan bu kimlikler atfediliyor bize; üstelik yirminci yüzyılın sonlarında başlayan bu yeniden dinselleşme eğilimi siyasi, tarihsel bir gelişme değil de doğal bir oluşummuşçasına kabullenmemiz bekleniyor. Vicdana, adalet ilkelerine, ortak hukuk arayışına dayalı mutabakatlar oluşturmak yerine kendi seçimimiz olmayan kimliklerin sözcülüğünü yapmamız bekleniyor. Dolayısıyla, saygı duyup haklarının tanınmasını istediğimiz inanan kesimlerin bizlerin inanmama hakkını bertaraf edeceği kaygısından kurtulamıyoruz, ki gerek dünyanın gerekse ülkemizin tarihine şöyle bir göz atıldığında pek de yersiz olmadığı görülen bir kaygı bu.
Dinsel, etnik, cinsel vb. kimliğiyle yaşamak isteyenin bu haklarına sahip olması demokratik bir toplumun esasıdır kuşkusuz; ancak kendisini bu tür verili kimliklerle tanımlamak istemeyenlerin vatandaşlık haklarının da aynı tavizsizlikle savunulması, eşit ölçüde meşru bir haktır bizce.
İnanmama hakkının da bir insan hakkı olarak tavizsiz uygulanacağı bir dünya ve ülke umuduyla, bu ajandayı kendisine dinsel kimlik dayatılmasından illallah diyenlere sunuyoruz...
— Metis editörleri
adnanın yancısı olur kendisi
Umarım davayı açan kişiden allah razı olmuştur. Yoksa ne gülerim varya...
Yeni yorum gönder