Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Haber

Haber

Nobel Edebiyat Ödülü'nün son sahibi Vargas Llosa anlatıyor: "Yazarak tarihi değiştirebilirsiniz"



Toplam oy: 1069

EMILY PARKER
Türkçeleştiren: Gamze Bal *


“Bu sürekli kendini yineleyen bir öykü,” diyor Mario Vargas Llosa. “Eğer bir baba iş adamıysa mutlak surette diktatörlük ile yakın ilişkisi olmuştur. Bu, işlerini büyütmesinin tek yoludur, öyle değil mi? Ve sonra işler şöyle gelişir: oğlu bunu öğrenir; gençtir, heyecanlıdır, idealisttir, adalete, hürriyete inanıyordur ve alçak babasının katleden, hapseden, sınırlayan ve iliğine kadar yozlaşmış bir diktatörlüğe hizmet ettiğini fark etmiştir.”
Vargas Llosa bu senaryoyu Peru’daki diktatörlük rejimi altında geçen kendi kişisel yaşamının hatıralarına kolaylıkla bağlayabilirdi. Fakat, o çok daha evrensel bir noktaya temas etmeye çalışıyor: Diktatörlük, pençesindeki her şeyi zehirliyor; siyasi kurumlardan, babalar ve oğullar arasındaki ilişkiye kadar her şeyi...

PROFESYONEL SİYASETE KATILMAYACAĞIM

Vargas Llosa ile Lima’daki evinde tanıştığımda dünyaca ünlü bu romancının doğuştan iyi bir öykü anlatıcısı olduğuna şaşırmadım. Benimle İspanyolca konuşuyordu, bir yandan da siyah çerçeveli gözlüğünü eline almış, anlattıklarını vurgulamak için sık sık sallıyordu.

Vargas Llosa’nın cesur fikirleri ve etkileyici dili onu Latin Amerika’nın en iyi yazarlarından biri yapabilir pekâlâ – “Julia Teyze,” “Kent ve Köpekler” ile “Katedral’de Konuşma” kaliteli eserlerinden yalnızca birkaçı – fakat bu özellikleri seçimlerde ona pek fayda sağlamadı. 1990 yılındaki Peru başkanlığı adaylığından ve Alberto Fujimori’nin karşısında aldığı yenilgiden sonra Llosa, tüm dikkatini yazmaya yöneltmeye karar vermiş. Şimdilerde yılın üç ayı Lima’da, geri kalanında ise Avrupa’da yaşıyor. 

“Profesyonel siyasete katılmayacağım artık,” diyor Llosa. Katılmasına da gerek yok. Zira Vargas Llosa bireysel özgürlük ve hür iradenin altını çizerken, diktatörlük rejiminin yıkıcı doğasını tüm çıplaklığıyla ortaya koymanın etkili bir yolunu bulmuş durumda. Kalemini oynatması yeterli geliyor bunun için. “Sözcükler eylemdir,” diyor Jean-Paul Sartre gibi. “Yazarak tarihi değiştirebilirsiniz.”

1990 başkanlık seçim kampanyası sırasında Vargas Llosa pazar ekonomisinin, özelleştirmenin, serbest ticaretin ve tüm bunların ötesinde özel mülkiyetin gerekliliğini vurgulamış, fakat hiç de hoş karşılanmamıştı. “Farklı bir dönemdi, özel mülkiyetten, özel girişimden, pazardan bahsetmek kutsala saygısızlık gibi kabul edilirdi,” diyor Llosa. “Kampanyada oldukça savunmasızdım,” diye devam ediyor, “çünkü yalan söylemedim. Ne yapacaksak onu anlattım sadece. Bu bir prensip meselesiydi ve bir de... düşündüm ki yetki olmadan liberal ve radikal reformlar yapmanız imkansızdır.” 

ESAS ÖNEMLİ OLAN CHAVEZ'İN YAPAMAYACAKLARI

Neredeyse 20 yıl sonra, bugün manzara çok farklı görünüyor. Vargas Llosa, o zamanın başkanı (ve o zamanlar bir sosyalist ve halkçı olan) Alan Garcia’nın bankaları kamulaştırmak istediği bir dönemde politikaya sürüklendiğini ifade ediyor. Bugün Alan Garcia yeniden başkanlık yapmakta ülkede fakat “şimdi, aynı Garcia, Peru’daki kapitalizmin lideri!” Vargas Llosa neşeyle gülüyor: “Çok komik, değil mi?”

Günümüz Latin Amerikası hakkında nispeten daha olumlu Llosa: “Latin Amerika’nın halkçı ve solcu bir döneme evrildiğine inananlar gibi karamsar değilim.” Şüphesiz bölgenin kendi sorunları var, bunların en önemlilerinden biri de Venezuela Başkanı Hugo Chavez. Fakat Vargas Llosa’ya göre belki de esas dikkate değer olan Chavez’in “yapamayacak”ları.

“Chavez ile ciddi bir sorunumuz var,” diyerek kabul ediyor durumu Vargas Llosa. “Chavez tam bir demagog ve 19. yüzyıl sosyalisti. Latin Amerika’daki demokrasi için istikrar bozucu bir güç ancak kolay olacağını sandığı şey hiç de o kadar kolay gerçekleşmedi. Epey bir direnç söz konusu.”

Chavez’in önemli hatalarından biri ünlü Radyo Karakas Televizyonu’nun (RCTV) lisansının yenilenmesini reddetmesiydi. “Uluslararası düşmanlık had safhadaydı,” diye belirtiyor Llosa. “Bana göre, en önemli olanı Venezüella’daki, özellikle de bir dönem kendisine oldukça olumlu yaklaşan kesimlerden gelen tepkilerin çok kuvvetli olmasıydı -ki o kesimler içinde yalnızca özel üniversitelerin değil Venezüella Merkez Üniversitesi'nin öğrencileri de var.”

YAKILAN KİTABIM EN ÇOK SATANLARDAN OLDU

Neden Latin Amerika gibi ülkelerde iyi bir roman okumanın bir öğleden sonrasını iyi geçirmekten çok daha öte anlamlara sahip olabildiğini gösteren de işte bu gibi serbest konuşma özgürlüğünün ihlalleri. “Latin Amerika ya da diğer üçüncü dünya ülkelerindeki gibi temel sorunların hala çözülmemiş olduğu, toplumun derin çatışmalarla sarsıldığı ülkelerde roman yalnızca bir eğlence türü olarak kalmıyor, aynı zamanda bu toplumların görmeye alışık olmadığı bir şeylerin – bilgi örneğin – yerini alıyor diye düşünüyorum,” diyor Llosa. “Özgür bilgiyle kıyas edilebilecek bir şeylerin olmadığı bir ülkede yaşıyorsanız, edebiyat ne olup bittiği konusunda az ya da çok bilgi edinebileceğiniz tek yöntem oluyor sıklıkla.” Edebiyat aynı zamanda bir direnç şekli, belki de siyasi partilerin yokluğundaki huzursuzluğu ifade edebilmenin tek yolu olabiliyor.

Tüm bunlar yeterince doğru görünüyor fakat bir diktatörlükte edebiyat da sansüre uğrayamaz mı? “Gelişmemiş ülkelerde sansür, örneğin İspanya’daki gibi bir kurnazlık noktasına ulaşmıyor,” diye açıklıyor Vargas Llosa. “Çünkü gelişmemiş ülkelerde diktatörler, edebiyatın tehlikeli olabileceğini düşünemeyecek kadar cahilce hareket ediyorlar.”
Bir örnek verelim; Vargas Llosa’nın Lima’daki bir askeri okuldaki hayatı anlatan ilk romanı “Kent ve Köpekler”, 1960larda Peru’da askeri diktatörlük tarafından halkın önünde yakılmış. Fakat yetkililer kitabın tamamen yasaklanacak kadar ciddi bir siyasi tehdit olmadığını düşünmüş olacaklar ki neticede halka açık yakma eyleminden fayda sağlayan yine Vargas Llosa olmuş. “En çok satanlardan biri oluverdi kitap!” diye anlatıyor Llosa gülerek.

KADINLAR DİKTATÖRLÜĞÜN İLK KURBANLARIDIR

Vargas Llosa’nın eserlerinde çok fazla tartışılmayan bir başka rahatsız edici konu daha var: kadınlara kötü muamele; saygısızlıktan doğrudan şiddete kadar... Dominik Cumhuriyeti'nde 1930’dan 1961 yılına kadar terör estiren diktatör Rafael Trujillo’nun hayatını anlatan “Oğlak Şenliği” adlı romanında anlatılan istismarlar korkunç. Vargas Llosa Dominik Cumhuriyeti'ne yaptığı ziyaret sırasında köylülerin kendi kızlarını azgın zorbalara birer “hediye” olarak sunduklarına dair hikâyeleri duyduğunda nasıl dehşete düştüğünü ifade ediyor. Trujillo ve oğullarının cezadan tamamen muaf tutularak herhangi bir sınıfa bağlı olan istedikleri kadını cinsel istismara maruz bırakabildiklerini anlatıyor. Llosa’nın bir “korku laboratuarı” olarak tanımladığı Dominik Cumhuriyeti'ndeki bu durum çok uç noktada durabilir fakat yaygın bir geleneğin altını çiziyor: “Kadınlar her zaman diktatörlüğün ilk kurbanıdır.”
Vargas Llosa bu hadisenin Latin Amerika ile sınırlı olmadığını da keşfetmiş. “İşgalden sonra Irak’a gittim,” diye anlatmaya başlıyor. “Saddam Hüseyin’in oğullarıyla ilgili anlatılanları duyduğumda Dominik Cumhuriyeti'nde gibi hissettim kendimi bir an, Trujillo’nun oğullarının öyküsünü dinliyormuşum gibi! Bu kadınlar sokaklardan alınıp otomobillere atılıyorlar ve birer obje gibi sunuluyorlar... İki durum çok benzerdi, hem de birbirinden bu kadar farklı kültür ve dinlere rağmen,” diyor ve şöyle tamamlıyor Llosa: “Barbarlık, diktatörlük rejimlerinde hep aynı şekilde tezahür ediyor.”

Bu, Vargas Llosa’nın Irak’ın işgalini desteklediği anlamına mı geliyordu? “Başta karşıydım işgale,” diyor Llosa. Fakat sonra Irak’a gidiyor ve Saddam Hüseyin dönemindeki hayatın kalıntılarına şahit oluyor. “Savaşa o kadar muhalefet vardı ki insan bunun, Hitler ve Stalin’inki ile denk tutulabilecek ciddiyette, insanlığın görüp görebileceği en korkunç diktatörlüklerinden biri olduğunu unutuyor neredeyse.” Ve işgal hakkındaki görüşü değişiyor: “Irak Saddam Hüseyin’siz çok daha iyi. Kuşku yok.”

Vargas Llosa’nın diktatörlüğe duyduğu sonsuz ve derin nefret kısmen kendi deneyimlerinden de kaynaklanıyor, özellikle 1950'lerde Manuel Odria diktatörlüğü altında büyüdüğü dönemden. “Tüm siyasi partiler yasaklanmıştı, radyo ve yazılı basında sıkı bir sansür uygulanıyordu,” diye açıklıyor. “Üniversitenin birçok profesörü sürgüne gönderilmiş, çoğu öğrenci ise hapisti. İşte benim kuşağımdan bir çocuğun yetişkinliğe geçiş dönemindeki genel hava buydu.”

Bu süreç, Llosa’nın yangından kurtarılacaklar arasında gösterdiği “Katedralde Konuşma” eserinin zeminini oluşturuyor. Dört ciltlik bu enfes romanda Odria’ya nadiren atıf yapılmış direkt olarak, bunun yerine toplumun her kesiminden sıradan Peruluların ilişkilerine odaklanılmış. Sade bir anlatımla okuyucuyu doğrudan umutsuz bir milletin ortasına yerleştiriyor Llosa. “O yıllarda neler yaşadığımı göstermeye çalıştığım bir roman bu, diktatörlüğün kendini sadece sansür ya da siyasi hayatı yasaklamakla sınırlandırmadığını göstermek için. Diktatörlük hayatın her noktasının içine giren bir sistem yaratmıştı.”

Vargas Llosa’nın eserinin gücü de işte tam olarak burada yatıyor: O, despot yönetimin bizim bakmayı aklımıza bile getirmediğimiz yerlere verdiği zararları fark ediyor. Özgürlüğün değerine gelince, sanırım bu konuda “Oğlak Şenliği” kitabında en iyi işini çıkarmış: “Güzel olmalı. Fincanınızdaki kahvenizin ya da kadehinizdeki romun tadı çok daha iyi gelmeli size, sigaranızın dumanı, sıcak bir günde okyanusta attığınız kulaçlar, cumartesi gecesi izlediğiniz film, radyoda çalan merengue... her şey ruhunuzda ve bedeninizde çok daha keyifli izler bırakmalı Trujillo’nun Dominiklilerden 31 yıl önce koparıp aldığı şeye sahipseniz: hür irade.” 

Röportajımızın sonuna doğru yaklaşırken, ikimiz de kırmızı şarap içiyoruz. Yandaki oda Vargas Llosa’nın özel kütüphanesine ayrılmış – bazı ciltlerin deri ile kaplı olduğunu fark ediyorum. 18.000’den fazla kitap olduğunu söylüyor ordda. Koleksiyonu gurur verici fakat aynı zamanda onun, sözcüklerin gücüne olan inancının da gözle görülür bir temsili. Ya da kendi deyimiyle ifade edelim: “Bence edebiyat, kişilerin çıkarları doğrultusunda yönetemeyeceği hür, bağımsız ve eleştirebilen vatandaşların var olmasında önemli bir etkiye sahiptir.”


* Wall Street Journal'dan alınmıştır

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Haber Yazıları

İstanbul Uluslararası Edebiyat Festivali (İTEF) İtalya Özel programıyla sanatseverlerin karşısına çıkıyor. 23-27 Ağustos 2021 tarihleri arasında ekranlara gelecek olan etkinlikler sayesinde İtalya'ya ve İtalyan edebiyatına uzanan yeni bir yol açılacak.

 

 

Sanat Kritik’in yeni podcast serisi, Seval Şahin’in editörlüğünde dinleyicilerle buluşuyor. “Yaz Sıcağında Bir Esinti” başlıklı serinin ilki 120. doğum yıldönümü vesilesiyle Ahmet Hamdi Tanpınar’a ayrıldı. Dergâh Yayınları’nın desteğiyle hayata geçen projeye farklı alanlardan birçok yazar, şair, sanatçı ve akademisyen katıldı.

Kültür Sanat Şehir dergisi Z, 5. kez okur karşısında. Zeytinburnu Belediyesi tarafından yayımlanan tematik dergi, “kütüphane” konusunu mercek altına alıyor. 508 sayfa boyunca insanlık tarihinin bilinen en eski dönemlerinden günümüze kadar farklı kültürlerde kütüphanenin seyri, kütüphanenin unsurları, kütüphaneciler, kütüphane sahipleri ve kütüphane literatürü inceleniyor. 

Türk edebiyatının usta ismi Sait Faik Abasıyanık'ın hatırasını yaşatmak amacıyla her yıl bir öykücüye verilen "Sait Faik Hikâye Armağanı" bu kez Şermin Yaşar'ın oldu.

 

Sosyal medya paylaşımları, konuşmalar, anketler, veriler gösteriyor ki pandemi günlerinde evde geçen zamanın ciddi bir kısmını kitaba ayırdık. Türkiye ve dünya genelinde İNSAMER'in yaptığı araştırma kitap yayımı ve okuma oranlarındaki artışa odaklanıyor. Kitapyurdu ve Idefix sitelerinden alınan veriler de korona istatistiklerine katkı sunuyor.

 

 

 

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.