Japon öykücülüğünün kurucu öncülerinden olan Ryunosuke Akutagava (1892-1927) otuz beş yıllık hayatına oldukça nitelikli öyküler sığdırmayı başarmıştır. Küçük yaşta öyküler yazmaya başlayan yazar, Raşomon adlı eserini yirmi üç yaşında yazar. Öyküler, yayınlandığı dönemde kimsenin ilgisini çekmemiş ancak zamanla Japon edebiyatının en güçlü eserlerinden biri kabul edilmiştir. Akutagava hâlen Japonya’nın önde gelen edebiyat ödüllerinden Akutagawa Ödülü’ne ismini veren yazardır. 1927 yılında Tokyo ve çevresinde yaşanan büyük deprem onun sadece ruhi dünyasını etkilemekle kalmamış kendi çalışmalarını da, birikimlerini de alıp götürmüştür. Aile çevresinde de yıkımlar sürmüştür. Ne var ki bu dönem aynı zamanda onun en verimli olduğu dönemdir. Ama daha çok bu yıkımlara dayanamaz ve kendi eliyle yaşamına son verir.
Akutagava öykülerinde özellikle Japon masallarından, efsanelerinden, hikâye birikiminden yararlanarak onları günümüz öykü diline aktardı. Onun iki öyküsü çok ünlüdür: Ormanda ve Raşomon. Özellikle yönetmen Akira Kurosawa’nın bu iki öyküyü birleştirerek Raşomon adıyla sinemaya uyarlamasıyla Akutagava ünlenir. Filmin Venedik Film Festivali’nde en büyük ödülü alması ise Ryunosuke Akutagava’nın ününü büsbütün artırır ve öyküleri çeşitli dillere çevrilir.
Ormanda öyküsü onun en ünlü öykülerinden biridir. Öykünün genel çatısında, ormanda yürüyen bir karı kocaya civarın ünlü bir haydudu saldırmış, adamı öldürmüş karısına ise tecavüz etmiştir. Ama hikâye ilerledikçe olayın bu kadar basit olmadığını öğreniriz. Aynı hikâyeyi bu olaya tanık oduncunun ağzından, hayduttan, kadından ve ruhu aracılığıyla ölen kişiden dinleriz. Herkes olayı kendi bakış açısından farklı farklı anlatmaktadır.
SAVUNMASI RASKOLNİKOV’U ÇAĞRIŞTIRIR
Önce oduncu konuşur ve ezik otlar ve kırılmış bambulara bakınca maktulün direnmiş olduğunu çıkarır. Sonra rahibin tanıklığını dinleriz: “Adam tepeden tırnağa silahlıydı. Belinde kılıcı, omzunda yayı, sadağında da okları vardı. Hatırladığım kadarı, sadağında yirmi mi ne ok taşıyordu. Bir an onu kendi alınyazısıyla buluşmaya doğru adım adım gidiyor belledim, o denli bir havadaydı çünkü. Gerçekte, insan hayatı dediğimiz sabahın taze çiğine ya da par yanıp sönen günün o ilk şavkına benzer.” Korucu ise cinayeti Tajomaru dedikleri o ünlü eşkıyanın yaptığını söyler. Yaşlı bir kadın ise, öldürülenin damadı olduğunu önemli olanın kendi kızı olduğunu söyler.
Haydut Tajomoru’ya göre samurayı kendisi öldürmüştür. Tecavüz ettiği kadın: “Birinizin ölmesi lâzım. Ya sen ya da kocam ölmeli. İki erkeğin önünde şerefsiz olmaya dayanamam. Hanginiz hayatta kalırsa onun karısı olacağım” demiştir. Bunun üzerine de yapılan düelloda haydut, samurayı öldürmüştür. Onun savunması biraz Raskolnikov’u çağrıştırır: “Milleti öldüren ben değilim ki… Sizler de bu işi işliyorsunuz ya, kılıç mılıç kullanmıyorsunuz benim gibi. İnsanları gücünüzle, paranızla öldürüyorsunuz. Başka bahaneler de uyduruyorsunuz pekâlâ, çalıştıra çalıştıra da öldürüyorsunuz milleti. Kan man akıtmadan bir güzel beceriyorsunuz; analarını ağlatıyorsunuz. Şimdi sorarım size, hangimizin, sizinkiler mi, benim ki mi daha ağır suçtur?”
Kadın ise olayı bambaşka biçimde anlatır. Tecavüzden sonra eşinin ona bakışı değişmiştir: “Takejiro…” dedim, “başımıza böyle bir olay geldikten sonra artık seninle bir arada yaşayamam. Ölmeye karar verdim, ama sen de ölecektin benimle, çünkü benim ayıbımı gördün, gözlerinle gördün, bu yüzden yaşamanı istemiyorum.” Daha sonra kocasını öldürdüğünü ama kendisini öldürme gücüne erişemediğini belirtir.
Öldürülen samurayın ruhu da olayı kendisine göre anlatır. Haydut karısını ikna etmeye uğraşmış, artık kocasıyla kalamayacağına onu inandırmaya çalışmıştır: “‘Artık namusunda kara bir leke var senin’ dedi, ‘Kocanla yaşayamazsın. Gel sen benim karım ol. Olur musun?” Karısı ise ölen samuraya göre bunu kabul etmiştir: “Sen nereye istersen al götür beni, senle dilediğin yere giderim.” Daha sonra karısı hayduttan kocasını öldürmesini ister: ‘Öldür onu. O sağken seninle evlenemem. Önce öldür onu.” Haydut bile karısının bu söylediklerine inanamamıştır. Şok olmuştur. “Yanıma gelip, ‘Ne yapayım şimdi bu kadını?’ diye sordu. ‘Sen olsan ne yaparsın, tutup öldürür müsün? Yoksa alıp götürür müsün?’ İşte bu dediklerinden ötürü bütün yaptıklarını ettiklerini hemen bağışlayabilir pekâlâ. “Neredeyse haydudu affedecektim.” Sonunda koca bu yıkılmışlığa dayanamaz ve intihar eder. Öykünün sonunda kimin haklı olduğunu, olayın gerçekte nasıl cereyan ettiğini tam olarak belirleyemeyiz. Çünkü neredeyse insan sayısı kadar gerçek vardır.
Öykülerde, kaybolan, yitip giden insani erdemlere vurgu yapılır. Bencillik, yalan, kötülük insanlığı kuşatmıştır. İnsanlar öylesine bencilliğe, kötülüğe bulaşmıştır ki, hiç kimse birbirine güvenmemektedir.
KÖTÜLÜĞÜN MAZERETİ YOK
Öykü özellikle kıskançlık, cesaret, onur, korkaklık, sevgi gibi insanın evrensel yanlarını gündeme getirir. Ama asıl vurgu, yalan, doğru, bencillik, kötülük kavramlarınadır. Bütün bunları da insanın iç dünyasıyla, dış dünya arasındaki ilişkilerde ve kadın ile erkeğin birbirine bakışında somutlaştırır. Yalan insanın her zaman doğasında var olan bir şeydir. İnsanlar her olayda kendilerini haklı çıkarmak için yalana başvururlar. Dışsal olarak gördüğümüz insanlar, hiçbir zaman gerçek kendileri değildirler. Onlar oldukları hâlleriyle değil, olmasını düşündükleri hâlleriyle karşımıza çıkarlar. Bunun için de olayı/durumu kendi arzuladıkları hâllere dönüştürüp gerçeği saptırırlar. İnsanı yalana götüren en önemli nedenlerden biri egoizm/ bencilliktir. İnsanlar yapıları gereği kötülüklerinde bile haklı çıkmaya çalışırlar. Çünkü her kötünün bir “bahanesi” vardır. Öykü, etrafımızda “gerçek” diye bildiğimiz şeylerin nasıl izafi bir durum olduğunu açık etmeye çalışır. Aslında bu tipik bir Doğulu anlayıştır ve Batılı rasyonalist anlayışın açık bir eleştirisidir. Gerçek, evet, ama kime ve neye göre gerçek. Böylece gerçek kavramı öyküde enine boyuna tartışılır. Sonuçta tek bir gerçek olmadığı, herkese göre ayrı ayrı gerçekler olduğu, çarpıcı bir şekilde ortaya serilir.
Raşomon onun diğer ünlü öykülerinden biridir. Görkemli kale kapısının (Raşomon) önünde oturup yağmurun dinmesini bekleyen uşak işinden kovulmuş, bundan sonra hayatını nasıl sürdüreceğini düşünmektedir. Japonya’nın başkenti olan Kyoto, pek çok karışıklıklar, yangınlar, savaşlar, depremler, salgın hastalıklar görmüştür. Bu kapı bölgesi ise hırsızların, hayvanların yaşadığı bir bölge olmuştur. Sahipsiz ölüler bile buraya atılmaktadır. İşsiz uşak burada bir kadın görür. Ölü insanların saçlarını keserek peruk olarak satmaktadır. Ama bu insanların mazeretleri de vardır. Bu insanların çoğu kötü insanlardır. İnsanlar kötülük her yanı sardığı için herkes suçu bir başkasına atarak vicdanlarını rahatlatmaya çalışır. Öyküde yoksulluğun insanları nelere sürüklediği vurgulanırken, yine de kötülüğün mazereti olamayacağı öne çıkarılır. Uşak aç olmasına rağmen kendine hırsızlığı yakıştıramaz ve vazgeçer.
Öykülerde, kaybolan, yitip giden insanlığa, insani erdemlere vurgu yapılır. Bencillik, yalan, kötülük insanlığı kuşatmıştır. İnsanlar öylesine bencilliğe, kötülüğe bulaşmıştır ki, hiç kimse birbirine güvenmemektedir. Doğrusu bunda şaşılacak bir şey de yoktur. Kimse kimseye dürüst davranmadığı için insanların birbirine güvenmemesi normaldir. Bu karşılıklı güvensizlik ise hayatı cehenneme çevirmiştir. Bencilliğin kötü bir şey olması, herkesin buna böyle inanması hiçbir şeyi değiştirmez. Eğer insan bencillik yapmadan hayatını sürdüremiyorsa bencillik hakkında ne düşünürse düşünsün önemli değildir. Sonuçta onlar da bu ortama uymak zorunda kalacaklardır. Kısacası bu ortam, insanı, toplumu yozlaşmaya, çürümeye doğru götürmektedir.
Ryunosuke Akutagava’nın öykücülüğündeki güçlü yanlarından biri de hiciv, ironidir. Özellikle, Burun, Ejderha, Ah Çorba Vah Çorba bu yanını yansıtan başarılı öyküleridir. Ejderha, bir düşün nasıl gerçek olabileceğine ilişkin ilginç bir öyküdür. Kasabada bir ejderhanın martın üçünde, gölden çıkıp göğe yükseleceğini iddia eden adam bu sözleriyle sadece kasabayı değil kendini de ikna eder.
Ryunosuke Akutagava Raşomon’da, Japon insanını, onun eşyaya, olaylara, durumlara bakışını modern öykünün imkânlarını ustalıkla yansıtır. “O hâlde?... Neden Tanrı’ya da inanmıyorsun? Gölgeye inanan insanın ışığa da inanması gerekmez mi?”
RAŞOMON
Ryunosuke Akutagava
ÇEV: Oğuz Baykara
BOĞAZİÇİ ÜNİVERSİTESİ YAYINLARI
Yeni yorum gönder