Sabitfikir.com'un matbu versiyonu olan SabitFikir dergisinin ekim sayısı çıktı. Bu sayının dosya konusu, Adab-ı muaşeret. Adab-ı muaşeret, ilk anda akla gelebileceği gibi, bir yemek masasında çatal ve bıçakları doğru bir sırayla dizmek yetisi değil yalnızca. Bu kavramın içinde bugünkü kutuplu toplumumuzun bir fotoğrafını da bulabilirsiniz, cinsiyet eşitsizliğinin ince uçlarını ya da dünya haritasının kültürel kodlarını da.
“Türkiye, o kadar uzun zamandır tarz-ı hayat ve adab-ı muaşeret kavgası veriyor ki, geriye kalan kavgaların tamamı rafa kaldırılmış gibi. Dolayısıyla masada çatalın bıçağın nereye konacağından ibaret sayılmaması lazım gelen adab-ı muaşeret konusunu, tarihin bu toplumda açtığı çok derin ve ölümcül yaralara temas etmeden kavramak mümkün değil.”
İşte Ayşe Çavdar, SabitFikir’in yeni sayısının kapak konusunda, Türkiye’de uzun süredir verilen bu söz konusu kavganın, adab-ı muaşeretin sınıfsal manzarısına bakıyor; elbette edebiyatı merkeze alarak... “Adab-ı muaşeret ve tarz-ı hayat meseleleri edebiyata Tanzimat’tan sonra girmeye başlar. Çünkü adab-ı muaşeretin konu edilebileceği modern edebi türlerle de ancak bu dönemde tanışır köprü ülkemiz. Malum-u aliniz, edebiyatımız misyonerdir ve bu konudaki misyonu da ahaliyi Batılı, modern ve medeni tarz-ı hayatın kuralları konusunda aydınlatmaktır.”
SabitFikir orta sayfalarının vazgeçilmezi halini alan Kararsız Okur infografiği, her zamanki gibi, kapak konusunu destekliyor. “Edebiyatla Muaşeret Dersleri” için okları izlemek yeterli! Kararsız Okur'u her zamanki gibi Aysu Önen hazırladı ve Kaan Bağcı resimledi.
Hasan Cömert’in şu günlerde yeni sergisiyle gündemde olan Gülsün Karamustafa ile yaptığı söyleşi de adab-ı muaşeret konusunda odaklanıyor. Kimlik, kültürel farklılık, toplumsal baskı gibi kavramlar üzerine düşünen sanatçı Gülsün Karamustafa’ya göre, “Demokrasi kültürünün tam anlamıyla yerleşmediği ortamda iktidara gelenin dayatma kültürünü arkasına alması kaçınılmaz.”
Güncel meseleler...
27 Ağustos’ta Yeni Şafak’ta Burcu Bulut imzasıyla çıkan Noam Chomsky röportajı, Chomsky’nin sorulara verdiği yanıtlara sadık kalınmadan çeviri yapıldığını, söylemediği şeylerin röportajda yer aldığını ifade etmesinin ardından tartışmalara yol açtı. Gökçen Ezber de yazısında, bu tartışmalardan yola çıkarak, SabitFikir okurları için çevirideki ideoloji ve etik ilişkisini sorguluyor.
Onur Atay
Ferhat Uludere, yeni tiyatro sezonunda seyirci karşısına çıkacak olan edebiyat uyarlamalarını ele alırken, Fırat Demir de edebiyat ile güncel sanatı bir araya getiren güncel sergilere dair izlenimlerini aktarıyor. Sevin Okyay da, yakın bir zaman önce aramızdan ayrılan yazar ve senarist Elmore Leonard’ı anıyor.
Güvenilir kitap eleştirileri için…
Cemil Kavukçu, Alfred Döblin, Henning Mankell, Thomas Ott, Peter Heller, Oscar Wilde, Yaşar Kemal ve Machado de Assis’in yeni yayımlanan eserlerini güvenilir eleştirmenler Melisa Kesmez, A. Ömer Türkeş, Aysu Önen, küçük İskender, Burcu Arman, Hayati Roman, Yankı Enki ve Selçuk Uygur yorumluyor.
Kelebek Etkisi'nde Elif Tanrıyar edebiyat tarihinin unutulmaz evlerini ele alırken, Mert Tanaydın da Dünyadan sayfalarında “edebiyatı katliama dönüştürenler”i irdeliyor. Fikri Sabit ise Veli Uğur’un 1980 Sonrası Türkiye’de Popüler Roman başlıklı çalışmasından yola çıkarak, “Birkaç basmakalıp tekniğin üzerinde gayet kaba bir dans edermiş gibi görünen popüler romanlarla ne yapmaktayız?” diye soruyor. Ceyhan Usanmaz’ın Gölgede Kalanlar sayfalarında hatırlattığı karakter, Arthur Conan Doyle’un o meşhur Sherlock Holmes’unun gölgesinde kalan Profesör Challenger olurken, Oylum Yılmaz da ŞahaneBirKitap olarak Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın Cadı’sına değiniyor.
Umay Umay'ın, Keşfet bölümünde SabitFikir okurlarına kendi el yazısı ile önerdiği kitap ise Deniz Gezgin’in Ahraz’ı.
SabitFikir'in kapak illüstrasyonu Aykut Aydoğdu’ya ait. Ancak çizimler bununla sınırlı değil, iç sayfalarda dikkatli gözler, çok sayıda genç çizerle de karşılaşıyor.
SabitFikir'i nereden bulacağız?
Yayın yönetmenliğini Elif Bereketli'nin yaptığı SabitFikir’i tüm D&R’larda bulabilirsiniz; Idefix paketleriyle ise ücretsiz. SabitFikir’in içeriğini ve daha fazlasını www.sabitfikir.com adresinde bulmak mümkün.
İşte dosya yazısından bir tadımlık!
Kimse bir köprüde yaşamaz. Köprüler yolları bağlar, ülkeleri, şehirleri, mahalleleri, köyleri birleştirir. İnsanlar köprülerden geçerek evlerine gider ya da evlerini terk ederler. Ama yaşanmaz köprü üstlerinde. Köprü altlarında yaşayanlara da pek iyi gözle bakılmaz doğrusu. İçimde bir ses, adına Osmanlı denilen imparatorluğun bir köprüye sıkışıp kalmaktansa dünyaya açılmayı tercih eden büyücek bir ailenin çocuklarının ferahlık talebinden doğmuş olabileceğini söylüyor. Şu halde imparatorluğun geriye yalnızca başlangıçtaki köprü kalana değin küçülmesi de tesadüf olamaz. Osmanlı öleliberi köprünün üzerinde yaşayanlar çoğaldı ama hiç çoğullanmadı. Köprü sakinleri kendilerine daha derin nefesler alacakları yeni memleketler aramıyor değiller. Ve işin tuhaf yanı başka memleketlerde alınan bütün o nefesler burada öyle bir gürültü ve hevesle havaya salınıyor ki sanırsınız daracık bir köprüde değil, hiç bitmeyecek bir cengin meydanında yaşıyoruz.
İstanbul’un görgüsü ya da etiket
Aykut Aydoğdu
Atik Valide Sultan Camii’nin avlusundaki odasında Prof. Sadettin Ökten ile mevcut uygarlık düzeyimizde düçâr olduğumuz medeniyet tahayyülsüzlüğünün acı sonuçlarını konuşurken söz döndü dolaştı İstanbul’un gayrımüslimlerine karşı gösterilen popüler tahammülsüzlüğe geldi. Sordum: “Peki İstanbul gayrımüslimlerini kaybedince nesini kaybetmiş oldu?” İşin doğrusu, bende bir cevabı vardı bu sorunun. Derdim ki mesela, “geride kalanların yaşadığı özsaygı yitimi tamir olunmuş değil hâlâ.” Yıllarca birlikte yaşadığınız insanların katline tanık olduktan sonra akrabalarını da şehirden kovup, mallarına el korsanız ne kendinize saygınız kalır, ne yaşantınızla temsil ettiğiniz değerlere... Ama Prof. Ökten başka bir cevap verdi: Dedi ki “İstanbul onlarla birlikte görgüsünü kaybetti.” Galiba bu cevapla görgü ya da adab-ı muaşeret ile özsaygı ve hukuk arasında bir bağlantı olduğunu fark etmiş oldum.
Zira muaşeret, birlikte yaşamak demek. Adab-ı muaşeret ise birlikte yaşamın kuralları. Her birimiz gündelik hayatımızda birbirimizin yaşam, özgürlük ve mülkiyet alanlarından geçip duruyoruz. Beşeri ilişki denilen hadise, Prof. Nilüfer Göle’nin pek güzel ifade ettiği gibi bu “içiçe geçişme” halinden ibaret (İçiçe Geçişler, Metis). Şu halde bu geçişmenin bir çarpışmaya dönüşmemesi için lazım gelen edep demek aslında adab-ı muaşeret. Ama keşke bu kadarla kalsa her şey...
Adab-ı muaşeret genellikle şehre ithaf edilen bir haslettir. Şehirde ise hukuk ve özsaygı yalnızca kuşaktan kuşağa değil, şehirden insana aktarılan da bir şeydir. Çünkü şehir binalar değil, o binaların, sokakların, hanların, hamamların içinde vuku bulan beşeri ilişkiler demektir. Bu şartlar altında adab-ı muaşeret de birlikte yaşayan insanlar arasındaki hukukun adı olsa gerektir. Prof. Ökten’in İstanbul’un gayrımüslimleriyle birlikte görgüsünü de kaybettiği yolundaki tespiti, bir bakıma sözünü ettiğim hukukun ortadan kalktığına da işaret ediyor olabilir. En nihayetinde yağmayla ve zorla mülkiyet transferi kaba saba bir şeydir... Leyla Erbil, Kalan’da (İş Bankası Y.) böylesi bir yağma sahnesi sonrasında olanları anlatır: “defolun,,, buralar bizim diye çığırarak kovalıyorlardı bizi,,, ‘yallah, yallah min ruh, havariun’a, havariun’a!..’ acayip bir dil çalınıyor kulağımıza,,, ne demek anlamıyorduk,,, kocaman sakallı bir dede, bastonuyla havayı döve döve, ‘nereden senin malın olmuş, mülk sahibi allah’tır, sizden aldı bize verdi,’ diyordu durmadan.” İşte bu zaviyeden bakınca sanki mülkün eski sahiplerini kovalayan bu kabalık, o mülke el koymayı mümkün kılan hukuksuzluğun örtüsü gibidir.
Avrupa memleketlerinde adab-ı muaşerete karşılık olarak bulduğumuz kelimenin “etiquette” olması da tesadüf değil. Ve “etiquette” hemen anlaşılacağı gibi fiyat bildiren küçük kâğıt parçası ya da bilet anlamındaki “estiquette”ten türemiş. Victoria Dönemi’nde, İngiltere ve Fransa’da sarayda düzenlenen hangi törende, kimin, ne yapacağına ilişkin kaidelerin ortak adı olarak kullanılmış “etiquette.” Lafı uzatmanın manası yok: Saraylardan, aristokrasilerden vazgeçse de etiquette’ten geçmedi Batılı toplumlar... Hatta sadece Avrupa’da değil, dünyanın her yerinde etiquette sokağa indi, cafe’lerde zaman tüketti, edebiyata girdi, sinemadan göz kırptı, müzik eşliğinde raksetti... Yani bir ayrıcalık olmaktan çıkıp tabir-i caizse demokratikleşti. Artık yalnızca saraylılar, aristokratlar, yüksek sosyete değil, her sınıftan insan birbirine nerede, nasıl davranacağı hakkındaki bilgisi ölçüsünde kıymet veriyor. Böyle olunca etiquette ya da adab-ı muaşeret sınıfsal çelişkilerin de ifadesine dönüşüyor.
...
Ayşe Çavdar
sabit fikiri kitapçıdan almak büyük keyif
Yeni yorum gönder