Nabokov'u da, Sartre'ı da çok sevdiğinizi biliyoruz. En azından (deneyimlerimize dayanarak) tahmin ediyoruz.
Peki bu iki yazarın neredeyse kanlı bıçaklı olduğunu, birbirlerine saldırmak için yer aradıklarını biliyor muydunuz?
Jean- Paul Sartre
Her şey 1939 yılında Sartre'ın, Nabokov'un romanı Cinnet üzerine yazdığı kısa bir makaleyle başladı. O makalede Sartre şöyle diyordu:
“Bay Nabokov'un kendine saldırmak ve kendini yok etmek için duyduğu bu inanılmaz istek, onun karakterinin bir parçası olarak geliyor bana. Bu yazar gerçekten yetenekli, ancak çok eski moda. Onun ustasına, Dostoyevski'ye baktığımda, bu garip, boşa çıkan bir çaba gibi görünen roman adeta onun Delikanlı, Ebedi Koca ve Yeraltından Notlar'ına benzemeye çalışmış. Ama Dostoyevski yarattığı karakterlere inanırdı. Bay Nabokov ise kendininkilere inanmadığı gibi, romanın içindeki sanata duyduğu inancı da yitirmiş gibi görünüyor.”
Nabokov'un bu yazıyı okuduğunda ne hissettiği bilinmez, ancak Sartre için, bu yazının hemen ardından “Ahmakça bir makale kaleme alan komünist eleştirmen,” yakıştırmasını yapmış olduğunu biliyoruz.
Vladimir Nabokov
Ama asıl intikamı soğuk yemeye karar vermiş olacak ki, bu makaleden tam 10 yıl sonra, Sartre'ın Bulantı romanının İngilizceye çevrilmesi üzerine The New York Times Book Review'a bir yazı yazmış. Şimdi bir de onun yazdıklarına göz atalım ve düşünmeye koyulalım: Bu iki yazar birbirlerine niçin böyle sözler söyleme ihtiyacı duymuş olabilir!
“Anlaşılan o ki, Sartre'ın adı popüler bir kafe felsefesiyle ilişkilendirilebilir ve her sözde varoluşçunun kendine birkaç sülük (daha kibar bir benzetme bulamadım) bulması gibi, Sartre'ın ilk romanı Bulantı da İngilizce çevirisiyle sükse yapacağa benziyor.
Eğer kaba bir mizah anlayışınız yoksa, bir diş doktorunun sürekli yanlış dişi çekmesi komik kabul edilmez. Yayınevleri ve çevirmenler ise, nedense bunu hep yapıyorlar sanırım. Bay Alexander'ın hataları üzerinde ne yazık ki yerimin darlığı sebebiyle fazla durmayacağım. Bu hatalardan bazıları şunlar:
1. “Kendi birikimleriyle genç bir koca satın alan kadın,” cümlesi çevirmence “Kendini ve birikimlerini genç kocaya sunan kadın,” olarak değiştirilmiş.
2. “Pejmürde ve kötü niyetli görünüyordu,” cümlesindeki sıfatlar Bay Alexander'ın kafasını karıştırmış olacak ki, kendisi cümlenin sonunu getirmemiş ve birinin bu boşluğu dolduracağını düşünmüş. Ancak kimse doldurmamış ve İngilizce çeviride sadece “görünüşü” olarak yer almış.
3. Fransız bir yazar olan Ghéhenno'ya yapılan atıf, kitapta “Gehenna'lı yaşlı adam” olarak yer almış.
Taşıdığı edebi değer göz önüne alındığında, Bulantı romanının çevrilmeye değer olup olmadığı da ayrı bir tartışma konusudur. Gergin görünen, ancak oldukça başıboş olan bu yazım şekli, Barbusse, Céline ve bu gibi ikinci sınıf pek çoğu tarafından popülerleştirilmiş bir yazım şeklidir. Dostoyevski'nin en kötü yapıtının tezgahının bile gerisinde, melodramatik Rusların çok şey borçlu oldukları Eugene Sue'dan dahi gerilerde bir yerlerdedir. Kitap aslında, birtakım inandırıcı olmayan gezilerden sonra Normandiya'ya giderek, yaptığı tarih araştırmalarını sonlandırmak isteyen Roquentin'in günlüğü gibi (“Cumartesi sabahı,” “saat 11,” - bu gibi sönük şeyler).
Roquentin kafe ve kütüphane arasında gidip gelirken, konuşkan bir eşcinsele rastgelir, onunla anlaşarak günlüğünü yazar ve sonunda adamın eski karısıyla uzun ve sıkıcı bir sohbet eder. Kafedeki gramofondan yükselen Amerikan şarkısına da büyük önem atfedilmiştir. “Bazı günler beni özleyeceksin tatlım.” Roquentin, onu yazan Museviyi ve söyleyen zenci kadını “varlığın içinde boğulmaktan” kurtaran şarkı kadar net olmak ister hayatta.
Belirsiz bir kehanet gibi, şarkının bestecisini bir gökdelenin yirmi birinci katında bestelerini yapan, sinekkaydı traşlı, “parmaklarına bir sürü yüzük takmış”, “kara kaşlı” bir Brooklynli olarak hayal eder. Sıcaklık dayanılır gibi değildir. Muhtemelen bu esnada Tom (muhtemelen bir dost) cebinde bir içki şişesiyle gelir ve likörlerinden büyük yudumlar alırlar ve işe öyle devam ederler (“ağzına kadar doldurulmuş viski bardakları,” da diyebiliriz, Bay Alexander'ın gösterişli sözcükleriyle). Ancak gerçek hayatta ben zahmet edip bunu araştırdım ve öğrendim ki Sophi Tucker'ın söylediği ve Kanadalı Shelton Brooks'un yazdığı bir şarkıdır bu aslında.
Kitabın düğüm noktası Roquentin'in, bulantısının; gülünç ve biçimsiz ancak bir yandan da gerçek ve akla yatkın bir dünyanın üzerinde yarattığı baskıdan kaynaklandığını keşfettiğinde yaşadığı aydınlanma olduğunu söyleyebiliriz. Ne yazık ki roman açısından her şey yalnızca belli bir zihinsel seviyeye kadar gelebiliyor. Eğer bir yazar, yarattığı yardıma muhtaç karakter üzerinden kendi düşüncelerini ve keyfi felsefi hayallerini kabul ettirmeye çalışıyorsa, bu oldukça yetenek isteyen bir iştir. Bu dünyayı oluştururken Roquentin ile hiçbir çatışmanın yaşanmadığı bellidir. Zaten bir dünya yaratmayı sanatın bir parçası haline getirerek yapmayı becerebilmek Sartre'ın gücünün çok ötesinde bir konudur.”
Birbirlerine sataşmaktan geri durmayan edebiyatçılar elbette Sartre ve Nabokov'dan ibaret değil. Daha fazlasını merak ediyorsanız buradan yazarların birbirlerine nasıl sataştıklarını okuyabilirsiniz.
Yeni yorum gönder