Türk edebiyatının değerli ismi Sevim Burak dünya edebiyatının babalarından James Joyce'un topraklarındaydı. Dublin'de düzenlenen etkinliği başlangıcından finaline, kızı Elfe Uluç kaleme aldı.
‘Sevim Burak Günü’nü, İngiltere Kraliçesi, Başbakan Obama ve UEFA kupasının hep beraber adaya çıkarma yapmaları tehdit etti. Ama etkinliğin ev sahibi Trinity College, edebiyatın dünyada her şeyden daha değerli olduğuna inanır gibi etkilenmedi bunlardan. Çünkü Burak’ı Tilbe Saran’ın sesinden dinlemeye gelenler salonda neredeyse hiç boş yer bırakmadı.
İrlanda’da hava, toprak, deniz ve yosun kokuyor, yeşillik kokularını içinize çekerek Yeats’ın şiirlerindeki hayallere dalıyorsunuz.. Burada sanki tek yazar var, o da tabiat. Zeynep Avcı kendi çevirdiği Lafcadia Hearn’ün oturduğu otel-evde kalmayı seçmişti. Avcı böylece bir çok ülkede yaşadıktan sonra Japon olmaya karar veren Hearn ile sanki başka bir kimlik değiştirme ustası Burak’a selam yollamıştı.
Trinity’deki “yaratıcı okuma”da Burak’ı önce iki önemli isim tanıttı dinleyicilere. Beliz Güçbilmez ve Nilüfer Erdem… Erdem Burak okurları en çok, Burak’ın esin kaynaklarını merak etmişlerdir dedi ve yazarın ustası olarak kah Kafka’yı gördüğünü, kah Dostoyevski’yi gösterdiğini belirtti. İrlandalı yazarlar Beckett ve Joyce’tan söz ettiğini, ‘Afrika Dansı’ kitabında Nijerya’da bir hastanedeyken, Joyce’un bir fotoğraftan kendisine baktığını yazmış olduğunu aktardı. B.Güçbilmez Beckett’ten hayali bir âşık gibi bahsedilen satırları alıntıladı. Antika İncillerin saklandığı 9. yüzyıldan kalma ‘Book of Kells’ hiç yangın görmemiş. Fakat her yerin ağaç ve kağıt olduğu okul kibrit çakılacak son yer. Bizse izinliydik. Biraz da bu yüzden “Long Room Hub”’da Burak’ın ‘Yanık Saray’ları iki mum eşliğinde okunurken herkes nefesini tuttu. İstenen etki yaratılmıştı. Metin yanmamış bir saraya benzeyen üniversitede sesini duyurdu. Kelimelerin, hecelerin ve harflerin tren vagonları gibi birbirinin içine girip tek bir sese FIRE’a (Ateş) dönüşmesi, yaşattığı hız ve elektriklenme ile herkesi heyecandan titretti. Tüm edebiyat tek bir sese dönüştü... Metin adeta modern bir uçak gibi havalandı ve indi. Büyük alkış koptu.
Kayalıklar ülkesi İrlanda’ya…
Saran hemen her oyunundan ödül almış ülkemizin en iyi tiyatrocularından biri. Bugüne dek yorumlanan Bilal Bağana rollerinin bence en “eril” yorumunu vücuda getirdi. Sahnede Bilal Bey, Sevim Burak ve Tilbe Saran arasında bir mücadele çıktı adeta. Bu 3 kişilik de ayrı ayrı “Bu oyun benim” der gibi güçlüydü... Bu üç kişiliği de canlandıran sadece Tilbe’nin kendisiydi. Üç kimlikli- çok kimlikli, üç sesli- çok sesli Tilbe Saran belki de gerçek bir Sevim Burak yorumcusuydu. Mavi gözlerini aydınlıkta bırakan bir ışıklandırma altında, vücut dili ve sesini son zerresine kadar kusursuz kullandı. 1989’da Paris’te L. Menase aynı eseri okumuştu. Tiyatro eleştirmeni M.Cournot, Le Monde’da ‘Heraclite ve Phytagore’a benzer bir paranoyanın bu tanımadığımız şairini merakla bekliyoruz” demişti. O yorum yazıya paralel, sadık, edebi, sanki dua gibiydi. Mistik ve antik. Karakterlerin derinlikleri değil, anlatıcı-yazarın nefesi esastı. Saran’ın yorumu çağdaş, dinamik bir eğri çizdi.Burak, okunması özellikler gerektiren bir yazar. Kelimeler, birer ses ve müzikal heykel gibi. Saran’ın öykünün başında kişilere göre ses değiştirerek okuması kahramanları dik kayalar gibi yontarak derinlikleri ortaya çıkardı. Sanki kayalar ülkesi İrlanda’ya özel... Yapıtın “yok oluşu” anlatan finalini ise yataylaştırdı: Böylece Burak’ın vermek istediği etkiyi verdi. Çünkü bu bölümde satırlarca tekrarlanan insan ismi yığınları öykünün sonunda kişilerin asimile olarak, bireyselliklerinin törpülenerek, birer taş ve toza dönüşmesini anlatır. Saran bu kısmı gitgide artan bir hızla okudu. İnsan isimlerinden katmanların oluşuşunu gördük. “Ah Ya Rabbı Yehova” finalinde klasik edebiyattan modern edebiyata geçiş yapan bir metin. Başta klasik derinliği olan karakterler sonunda yalnızca soyut birer işarete dönüşüyor. Bir sese. Metin, edebiyatla edebiyattan kopuşunun sınır çizgisinde.
Sevim Burak ilk hikaye kitabında kopan çok modern bir yazar. Klasik geçmişi uzun değil. Her şey bir kopma ile başlıyor. Bir bigbang ile. Burada eski eşi Ömer Uluç ile buluşuyor. Uluç, resme adındaki Ö harfini çizerek başladığını anlatır. Burak da yazına annesinin ismiyle başladı. Her şey ilk bir adla başlıyor sanki... Hızla dönen bir pervanenin kollarına asılı adlar peşpeşe görünmez oluyor, koca bir tarihin yokoluşu anlatılıyordu.
Kraliçenin aksine…
Etkinlik çerçevesinde dinleyicilere “Dublin’de Sahibinin Sesi” adlı 50 adet basılan özel bir kitap armağan edildi. Kitapta ‘Ah Ya Rabbı Yehova’yı Victoria Holbrook , Everest My Lord’u Maure¬en Freely çevirdi. İkisi de tesadüfen Orhan Pamuk’un çevirmeni olarak tanınıyorlar. Bana, “Özel bir nedenden mi anneniz bunca yıl İngilizceye çevrilmedi ?”diye sordular. “Bir asır erken gelmiş yeryüzüne kraliçenin aksine.” diye espri yapmayı tercih ettim. Trinity’de Sevim Burak hemen en avangard yayınevlerinin ilgisini çekti. Ömer Uluç için yapmayı planladığım onlarca projenin yanında Sevim Burak da yapmak ne kadar anlamlı diye düşündüm. Uluç etkinliği ile başladım, Burak günü düzenledim, şimdi sıra gene Uluç’ta.
Sevim Burak yazmıştı…
Bir yazarı seneler sonra, kendimiz de değişerek görünce onun son derece politik boyutları olan, kimlikler üzerine yazmış yepyeni bir yazar olarak sanki yeniden doğduğunu fark ettik. Hyde Park ile İstanbul’u karşılaştıran “Everest My Lord”un ironisi gerçek oldu. İngilizleşmek başka bir kimlikte yeniden doğmak. Olabilir mi? Burak garip bir şekilde İrlandalıların da İngilizlerin de ana konusunun kimlik olduğunu ortaya çıkardı. Çünkü orada da sorular aynı. Edebiyatın hası İrlanda’da mı İngiltere’de mi? “Biz kimiz, neredeniz?
Bu ülkede sanki dünyada her şey bir yanlış anlamaymış ve İngiliz olan her şey aslında İrlandalıymış yanılsaması yaşanıyor. İngiliz yazarları İrlandalıymış da, kimliklerini değiştirmişler gibi. Burak Afrika Dansı ‘nda adını (kimliğini) tersten yazmıştı. M-İ-V-ES K-A-R-U-B (S-E-V-İ-M B-U-R-AK )Burası da “A-D-N-A-L-R-İ” sanki… Bu düşünceyi ‘Everst My Lord’u ingilizceye çeviren irlanda asıllı amerikalı Maureen Freely de paylaştı. Freely’nin 3 İrlandalı akrabası var. Birlikte sokakta gezerken her gördüğü İrlandalı için “Bu benim, bu benim amcamın oğlu, bu benim yengem, bu baldızım, bu benim teyzem…” diyor, ironik bir kahkaha atıyordu.…
Annem kendini dinledi
İrlanda’nın İngiltere’nin aksine “Snobizmden” arınmış toprağından meyve gibi edebiyat sızıyor… Gün içinde bir kesilip bir başlayan yağmurlarla yaşamak aynı evde yazar bir oda arkadaşıyla yaşamak gibi. Yağmur damlaları daktilonun tuşları gibi yüzünüze damlayarak sizinle konuşuyor. Burada caddeler bir kadının ipek sırtı gibi uzuyor. Bir sokak bir bel bükümüyle başka bir sokağa kıvrılıyor. Yollar insan teni örülü gibi duygulu. Kafka’nın “Köprü” öyküsünü çağrıştırıyor. Şehrin yolları el yapımı gibi edebi… Burada tüm İrlanda’lılar gibi ruhların görünür olduklarına inanıyorsunuz. Annem de sanki etrafımızdaydı bizi dinledi, kendini dinledi.
*Radikal'den alınmıştır.
Yeni yorum gönder