Yirmi yıllık kendini tüketme ve aynı zamanda kendini besleme sürecinin sonuna gelinirken, aramızda geceleri sinsice bahçelerde, mezarlıklarda dolaşanlar artık gün ışığına çıkmak için istek duyacaklardır içlerinde, çünkü artık anlıyoruz ki gün ışığıyla ortaya çıkan enerji, geceleri ortaya çıkan enerji kadar heyecan verici ve güçlü olabilir.Aslına bakılırsa, böyle bir eylemde bulunduktan sonra kazanılan zafer çok daha değerli sayılabilir: bir düzen oturtmak her zaman sıkıntıyı kutlamaktan daha büyük bir meydan okumadır.
Alın size iki bakış açıcısı:
“Benim yazdığım kitap özneldir ve belli bir durumu anlatmaktadır. Yazdığım metni düzenlemek dışında başka hiçbir amacım olmaz yazı yazarken. Çok çalışırım, saatler boyunca çalışırım, vücuduma dolan kelimelerin verdiği varolma hissi ve zevkle dolana kadar.”
(Vladimir Nabokov, The Listener'la yaptığı bir röportajda, 1968)
“Saf edebiyat, açlıktan ölen sayısız çocuğun yanında çok ufak bir anlam ifade ediyor.”
(Jean Paul Sartre,1964)
Nabokov her daim yazacaktır, çünkü o görkemli bir şekilde Nabokov'u kutlamaktadır. Sartre ise 'saf edebiyat'ı ardında bırakmış gözükür, gücünün, yeteneğinin ve dehasının politik konularda daha değerli olduğuna inanır. Her ikisi de karşı durmamız gereken oldukça güçlü iki bakış açısı sunarlar bize. Güncel yazın ve güncel kritik (ki zaman zaman bu ikisi birbirine karışabiliyor) konularında karşımıza çıkan dört temaya bir göz atalım şimdi:
Kara komedi—Tüm önemli ve zor duyulara dair yapılan geçiştirmelerle, okurları okudukları metne uzaklaştıran bir tür.
Tükenmişlik Edebiyatı—Sayısız entelektüelin post-romantik ölüm yolculuklarını anlatmak için kullanılan popüler bir terim.
Amerika-- Birleşik Devletler'in oldukça zekice ve ilhamverici bir şekilde Kafkaesk bir yeniden yaratımı sonucunda, bizim algılayamadığımız ya da kontrolümüz altında olmayan kötü ve gizemli ruhları anlatmak için kullanılmakta.
Entropi-- Evren... kötüye gidiyor...
Neden en zeki yazarlarımız, onların beğenilerine uygun yazmıyorlar diye editörler, kritikler ve diğer yazar arkadaşları tarafından itiliyorlar da, Nabokov, Beckett ve son zamanlarda oldukça yoğun olarak Borges gibi egoist yazarlar tarafından büyük bir ilgiyle takip ediliyorlar? Neden bu kendine has dehaların üretebilmeleri için ferah bir kütüpheneye veya alana ihtiyaç duyabilecekleri kimsenin aklına gelmiyor?
Bu ülkede hiçbirine sahip değiliz.
Borges çok heyecan uyandıran bir yazar, ne var ki edebiyat dışı kişilerce çok rahat okunabilen bir yazar değil, kendisi bunu önemseyen biri da değildi üstelik (Geçmiş zaman kullandım çünkü Borges de değişime uğradı ve artık eskisi gibi yazmıyor). Beckett'e gelirsek, evet o da harika, Çehov da öyle, ancak kendisinin, yazılarındaki kahramanlardan da üşengeç biri olduğunu söylemeliyiz: Hayal gücünü dünyaya açmak konusunda oldukça yavaş hareket ediyor. Nabokov'u ise herkes takdir ediyor, özellikle de onu bir çeşit Tanrı, kendilerini ise etrafındaki rahipler gibi gören eleştirmenler. Ancak Nabokov'a sahip değiliz, hiçbir zaman da olamadık. Amerika için hem fazla iyi, hem de fazla şeytani biri o.
Uzun yıllar boyunca, gelecek vaadeden pek çok yazar Nabokov, Becket ve Borges'in arkasında sıraya dizilip beklediler, yalnızca “ÇIKIŞ BU TARAFTAN” yazan bir kapıdan tek sıra halinde geçebilmek için. Oysa nasıl da istekli bir şekilde geçmişlerdi yerlerine! Eğer bizim olduğumuz yere bir bakış atsalardı, görecekleri şey geride durup onlara hor görerek inceliyor oluşumuzdu: X çok brujuva; X çok varoş, X yeterince deneysel yazmıyor, X okunuyor!
“Güvendiğim tek şekil, kırık parçalardır.” Bu cümle, yazdığı kitaplarla birlikte artan endişesini, beyninin kırık parçaları olarak tanımlayan, dehası tartışmaya açık bir yazara ait. Beyni de, diğer her şey gibi parça parça. Pasif, gezgin, hazırcevap, neşeyle karışık melankolik, gerçeküstücü (her ne kadar Alfred Jarry, Ubu Roi'yi yetmiş yıl önce yazmış olsa da)... Bu cümledeki kelimelerin diziliş sırası dahi yazarın rolünü belirtir nitelikte. 'Parçalar'dan başlıyor, sert ve diri bir kelimeyle ve yumuşakça biten bir 'ben' ile sona eriyor. Ancak, tarihte öyle bir an var ki Wilde'ın yorumu gerçeğe dönüşüveriyor, hayat gerçekten de sanatı taklit ediyor. Ve böyle olduktan sonra kim ipleri eline alıyor, kim kendine güvenebiliyor sorgusuzca, kim terkedebiliyor bir şeyleri bilincinde olarak?
Eğer seçim yapmayı reddederseniz, bir başkası bu seçimleri sizin yerinize yapacaktır.
Bu 'parçalar'a karşı kendilerini sınırlandıran yazarlar, belli bir kimlik edinmekten de sakınırlar. Onlar kısaca kendilerini-parçalardan-sakınan-yazarlardır. Her ne kadar garip ve alışılmadık bir benzetme olsa da, doğrudur bu. İşlerini zekice ya da acemice yaparlar; özgün biçimde ya da birilerinden esinlenerek (böylece son kitaplarını okurken, bir sonraki kitapla ilgili hayallere dalabiliriz) yazarlar.
Bu tip zamansızca deneyimli bir bakış açısı, Saul Bellow ya da Norman Mailer gibi kahramanca seçimler yapmış yazarlar için bilinçli bir tercihtir aslında. Bu yazarlar nadirdir, çünkü büyük iddialarla karşımıza çıkmaktan çekinmezler. Özellikle Mailer, kadere karşı duran bir adam enerjisine sahiptir, kendi kaderini yazanın sadece kendisi olabileceğini, ancak bunun özel bir şey olmadığını da bilir. Ülkenin ruhsal durumunun da bir parçasıdır bu, kaçmak istese de kaçamayacağının ayrımındadır.
Zekice kurgulanmış, yaratıcı bir roman okuduğumuzda hayret ve beğeniyle karışık gülümseriz, kalp atışımız hızlanmaya başlar. Bay Sammler'in Gezegeni isimli öykünün bitişini değerlendirecek olsak, o kadar güçlü bir sona eriş vardır ki hemen kitabın geri kalanını okumak isteriz, çünkü okurken değişiyormuş gibi hisseriz ve sona geldiğimizde yeniden okumaya hazırızdır. Sammler yalnızca anlaşmasının şartlarını kabul etmekle kalmamıştır, bunu neden yaptığının da farkındadır.
“Gerçeğin ta kendisi neyse – bizim bildiğimiz, Tanrı, onu biliyoruz, bildiğimizi, biliyoruz, biliyoruz.”
Eğer Nabokov'un ya da Sartre'ın açıklamalarından birini seçmemiz gerekseydi, muhtemelen Sartre'ınkini seçerdik. Ama böyle bir seçim yapmak zorunda bırakılmamamız daha iyi olacaktır kanımca. 'Saf' edebiyatı, Sartre'ın aşağıladığı o antiseptik saflığı reddedebilir ve kendimizi yalnızca edebiyata adayabiliriz. Yani hiçbir döneme ait olmayan, ancak o dönemleri yaratan edebiyata.
Yeni yorum gönder