Geleneksel taşra- merkez çatışmasına değinildi, Türk Dil Kurumu’nun “dışarlık” tanımına atfen “öteki” olma ve oldurulma haline dikkat çekildi; taşra denince özellikle 1990 sonrası ilk akla gelen “inziva”, “küçük sahil kasabası” kavramları irdelendi, “sıkıntılı” olma halinin nedenleri ve temelleri tartışıldı: Taşra ve Edebiyat sempozyumu 18-19 mayıs tarihlerinde Kadir Has Üniversitesi'nde yapıldı.
Cibali kampüsünde düzenlenen oturumlarda yer alan konuşmacılar şöyle: Abdullah Ataşçı, Arın Kuşaksızoğlu, Süha Oğuzertem, Ömer Solak, Süleyman Akbulut, Vedat Ozan, Mehmet Said Aydın, Nesra Gürbüz, Kerem Işık, Gökhan Aslan, Necati Mert, Asuman Susam, Ethem Baran, Şükrü Erbaş ve Mesut Varlık.
Edebiyatta “taşranın ruhu”nun izini sürmekle başlayan konuşmalarda; çoğu zaman tanımlardan ziyade çağrışımlardan yola çıkıldı, herkes kendi “köy”ünü “çocukluğunu”, “taşra”sını hatırladı anlattı. Taşranın mekan-kavram-zaman düzleminde ne ifade ettiği konuşuldu, insanlığın ayrıştırma ve nefret tarihinde bir yolculuğa çıkılarak “koku”larla “öteki”nin izi sürüldü. Konuşmalarda, “Taşra” ve “Merkez” çoğu kez yan yana, yüz yüze geldi, kucaklaştı, ayrıldı ve nihayetinde iç içe geçti. “Merkez” kimi zaman “iktidar” oldu, kimi zaman “anne kucağı”… Bilinç ve bilinçaltının derinliklerine inildi; “ruh atlasları” serildi; Taşra, “öz” oldu.
Konuşmalarda; Nurdan Gürbilek,Yusuf Atılgan, Hasan Ali Toptaş, Selim Temo, Orhan Pamuk, Cemil Kavukçu sık sık anıldı; Ömer Seyfettin, Reşat Nuri Güntekin, Tezer Özlü, Yaşar Kemal, Turgut Uyar, Tahsin Yücel, Akif Kurtuluş, Yahya Kemal, Muhsin Kızılkaya, Oğuz Atay, Kafka, Heidegger, Campbell, Negri, Çehov, Pavese, Schopenhauer ve Lacan’dan da alıntılar yapıldı.
Sempozyum kapsamında 20 Mayıs Pazar günü düzenlenen atölyelerde katılımcı yazarlar ile okurları bir araya geldi. Hasan Ali Toptaş, Şükrü Erbaş, Ethem Baran, Abdullah Ataşçı, Kerem Işık ve Asuman Susam atölye düzenleyen yazarlardı. Her atölye oturumundan toplanan cümleler bir araya getirildi ve bir ilke imza atılarak “TAŞRADAN EDEBİYAT MANİFESTOSU” oluşturuldu. Manifesto metnini aşağıda görebilirsiniz. (Ayrıca, manifestonun imzaya açıldığını da söylemek isteriz! Manifesto’ya katılmak isteyen yazarlar iletisim@tasradangeliyorum.com adresinden iletişim kurabilirler.)
EDEBİYATIN TAŞRADAN MANİFESTOSU
Edebiyatın merkezi dildir. Esas olanın metin olduğuna ve yıllar boyunca gözden kaçırılsa da sağlam metnin yerini bulacağına dair en ufak bir şüphemiz yok. Çünkü edebiyat, genel yargının aksine, coğrafi anlamda bir merkez-taşra ayrımını kabul etmez, üzerinde tutmaz.
Bu anlayışın işaret ettiği merkez, sahip olduğu özerk yapıyı ve kendi merkezliğini unutturarak, taşrayı kendine bağımlı hale getirir ve imkân yoksulu bir mekân olarak sabitler. Merkez (gibi) olmaya öykündüğü sürece merkezin çekim alanında tutmaya devam ettiği —bir yer ve durum olarak— taşra; öznenin kendisini gerçekleştirmesi karşısında bir engel olmayı sürdürecektir. Çünkü merkezin merkezliğini koruyabilmesi ve genişleyebilmesi için tam da böyle bir taşraya ihtiyacı vardır.Bu yapının ayakta kalmasını sağlayan, eksik, geri kalmış, çaresiz, sıkıntılı taşra algısının veya tersi gibi görünen; altın çağ bakışıyla romantik/nostaljik bir açıdan yüceltilen, özne olarak taşralı ve mekân olarak taşra algısının üretimi ve nüfuzu sürecinde sanat eserlerinin bütün bütüne masum olmadığı açıktır.
Ancak tarih boyunca defalarca karşılaşıldığı gibi bu durumun da beklenmedik sonuçları olmuştur, olmaktadır. Taşra, maddi gerçekliğinden koparılıp zaman içerisinde adım adım soyutlaştırıldı. Kavramsallaştırılan bir mekân olarak taşra, mekânsallaştırılan bir kavram oldu. Böylece merkez açısından daha kullanışlı bir malzeme haline gelen taşra bugün, kent yaşamından kaçışın öznesi haline geldi. Oysa insanların erozyonu tarih boyunca merkezden başlamıştır ve merkezde ne kaybedildiyse, taşrada onun boşluğu kalır.
Böylesi toplumsal dönüşümler, geri dönüşe izin vermeyecek derecede her şeye etki eder. Aralarındaki bu dengesiz ve girift ilişki, taşrayı olduğu kadar merkezi de hızla dönüştürdü, dönüştürmekte. Süreç işlemeye devam ederken, hem merkez hem taşra tanınamayacak derecede bir diğerine benziyor artık.
Daima taşraya gereksinim duyan kapitalist üretim ilişkileri ve hiyerarşik uzam, bu tarihsel beklenmedik sonucu —başka bir şansı olmaksızın— teslim olma yanılgısı yaratarak yönetmiştir. Eşitçi, yatay ilişkiler taşrayı sonlandırır ve taşra-merkez ilişkisini eşit bir ilişkiye çevirir ki bu merkezin varlığını tehdit eden, tanımını zedeleyen bir yapı demektir. Oysa taşra ve merkez arasındaki benzeşme süreci; eşitçi ve yatay olmaktan uzak, girift bir sirayet ilişkisi halinde kendisini göstermektedir.
Taşra, dar mekânda yavaş akan zamandır. Merkez ise geniş mekânda hızlı akan zamandır. Taşrada zaman döngüsel olduğu için hafıza güçlüdür. Merkezde ise zaman çizgisel olduğu için hafızası zayıftır. Bu iki (bir diğeri için muhayyel) düzenin birbirine sirayet etmesiyle ortaya amorf bir yapı çıkmaktadır. Zaman artık taşrada da dünya saatiyle birlikte akıyor. Taşranın hafızası artık yok ama hatırası kaldı. Bir kabuk gibi. İnsan nereye gitse, o kabuk da onunla birlikte. Bugün merkez ile taşra arasındaki farkın birçok açıdan giderek kapanmakta olduğunu söylerken; zamanın, zaman zaman kavak yapraklarına takıldığı yer olarak bir yerler(imiz)de varlığını sürdürdüğünün bilincindeyiz. O hatıranın ritmi de metinlere yansıyarak varlığını sürdürmeye devam ediyor.
Bu ilişkinin yarattığı toplumsal gerilim, mekânsal bağlamını yitirip, bireysel boyuta taşınmıştır. Bugün İstanbul’un bir sokağı merkezse, arka sokağı taşradır. Merkezin içinde taşra adacıkları, taşranın içinde merkez adacıkları oluştu. Bugün artık (sonsuz bir görecelilik halinin sözkonusu olmadığını bilerek) nereyi merkez olarak işaretliyorsanız, taşrası ona göre değişiyor. Merkez-taşra ilişkisinden bahsederken sabitlenmiş bir coğrafi referans kalmadı. Merkez artık evimizin içinde ama biz evimizi özlüyoruz, kokusu burnumuzun direğini sızlatıyor. Bu çetrefil dönüşümün anlaşılması, yazının tarihi boyunca olduğu gibi, yarın ancak bu dönemin edebiyatı incelendiğinde mümkün olacaktır.
Yayıncılık, sektörel ilişkilerle varolabildiği için; onun bir merkezinin olduğundan ya da merkezlerinden söz edilebilir. Bu nedenle, eserlerinin günyüzü görmesi için yolunu merkeze çıkaran yazarların hikâyeleriyle doludur edebiyat tarihi. Örneğin Türkiye için yüzlerce yıldır merkezi temsil eden İstanbul’un (yayıncılığın merkezi olma özelliğinden de güç alarak) edebiyatın merkezi olduğu algısı yerleşmiştir. O dönemlerin sosyo-ekonomik koşulları içerisinde değerlendirilmesi gereken bu olguların benzerlerinin yaşanmasını gerektiren bir ortam kalmadı bugün.
İçinde bulunduğumuz çağda iletişim araçlarının geldiği yer göz önüne alındığında, coğrafi açıdan merkez ve taşra ayrımından ancak edebî ürüne erişim açısından bir ayrımdan söz edilebilir. Oysa son otuz yılda edebiyatımızda gözlenen çeşitlenmenin dengesiz işlemesinin bir sonucu olarak; merkezdeki okur/yazar için taşra muhayyel olmaya devam ederken, (edebî ürüne erişim sorununu aşabilmiş) taşralı okur/yazar, karşısındakinden daha iyi tanıdığı bir ortama dâhil olmaktadır.
Modern hayatın kaotikliğinin getirdiği zengin seçenekler dünyası, alışveriş için olduğu kadar yaşanan çelişki ve çatışmaların yansıması olan duygu durumları için de geçerli elbette. Ancak bu zenginlik içerisinde neredeyse sabit kalan taşra algısı, yukarıda işaret edilen türde bir sonucun ortaya çıkmasına neden oluyor. Edebiyat böylece bir kez daha oyunu bozmanın aktörü haline geliyor.
Yayıncılığın merkezi ile edebiyatın merkezinin aynı olduğu yanılgısı, örneğin farklı şehirlerde basılan dergilerde ürünleri yayımlanan yazarların birbirlerinden bihaber olmasının kanıksandığı bir ortamı beslemektedir. Dolayısıyla bugün taşrada belki de yayıncılığın sıkıntısından bahsetmek zaruri olabilir. Böylece bir kez daha merkez, sahip olduğu özerk yapının avantajıyla taşrayı taşra tutmaktadır.
Merkez gibi taşra da mekânla vardır. Her anlamda mekânlarını kaybeden ve kaybetmekte olan taşra, merkeze sirayet etmiş olsa da bir ruh hali olarak yaşamaya devam ediyor.
İçinde nefes aldığımız bu yeni durumun —merkez-taşra hiyerarşik ikiliği ile basitçe anlaşılamayacağı aşikârsa ama taşra duygusu da hep varolacaksa— anlaşılabilmesi için yeni bir düşünme biçimi geliştirmemiz gerektiği kanaatindeyiz. Taşranın ötekileştirilemeyeceği bir dünyanın ümidini taşıyoruz.
Evinin önündeki dut ağacının gölgesinde oturan bir çocuğun, mahallenin çeşmesine gelen kadınlara bakarken düşündüklerini anlatan cümleyle; babasının elinden tutup Galata Kulesi’nden şehre bakan bir çocuğun hissettiklerini anlatan cümle arasındaki tek fark iki cümlenin yer aldığı metinlerin edebî değeridir. Çünkü insan kendi taşrasında yaşar; taşrası dünyayken üstelik. Dünyası başka bir gezegenin taşrasıyken belki de.
Edebiyatın merkezi, taşrası yoktur. Olsa olsa, tüm varlığıyla, kâğıdın yüzeyidir; kalemin kâğıda değdiği yerdir edebiyatın merkezi. Çünkü masasının başında, kelimelerin arasında yaşar durur yazar.
Kaleme alanlar
Şükrü Erbaş
Hasan Ali Toptaş
Ethem Baran
Asuman Susam
Abdullah Ataşçı
Kerem Işık
Mesut Varlık
Katkıda bulunanlar
Necati Mert
Süha Oğuzertem
Vedat Ozan
Süleyman Akbulut
Ömer Solak
Mehmet Said Aydın
Gökhan Aslan
Arın Kuşaksızoğlu
Derya Önder
Nesra Gürbüz
Eyüp Tosun
ve Sempozyum/Atölye katılımcısı okurlar
Haberde kullanılan fotoğraflar Nuri Bilge Ceylan'a aittir.
Yeni yorum gönder