Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Haber

Haber

Yayınlama Özgürlüğü Raporu - 2



Toplam oy: 1001
Türkiye Yayıncılar Birliği adına Tora Pekin'in hazırladığı Avrupa Birliği'ne Giriş Sürecinde Türkiye'de Yayınlama Özgürlüğü Raporu'nu üç bölüm halinde yayınlıyoruz.

III. Türkiye’de Yayınlama Özgürlüğü 



a. Yasal Çerçeve

 

 

2014 İlerleme Raporu’nda sözü edilen, ifade özgürlüğünün AB standartlarına getirilmesi için yöneltilen “kapsamlı reform talebi” hiç kuşkusuz mevzuat değişikliklerini de kapsıyor. 

 

Bugün yayınlama konusunu ele alan üç temel yasa, basılı eserler için “5187 sayılı Basın Kanunu”, İnternet yayınları için 5651 Sayılı “İnternet Ortamında Yapılan Yayınların Düzenlenmesi ve Bu Yayınlar Yoluyla İşlenen Suçlarla Mücadele Edilmesi Hakkında Kanun” ve 5846 sayılı “Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu” (FSEK). Bunun dışında başta Türk Ceza Kanunu olmak üzere pek çok yasa, ifade ve yayınlama özgürlükleriyle doğrudan ya da dolaylı hükümler taşıyor. Bunlar arasında, bir kısmı AB’nin de ilgi alanına giren sorunlu düzenlemeler şöyle sıralanabilir:

 

 

Basın Kanunu

 

 

Basın Kanunu’nun bütününe bakıldığında gerçekte basın (gazete ve dergi gibi süreli yayınlar) hukukuna ilişkin düzenlemeler ağırlıktadır. Bununla birlikte, “kitap” başta olmak üzere belli aralıklarla yayınlanmayan tüm basılmış eserler de yasanın kapsamındadır.

 

Yasanın 3. maddesi, AİHS ile uyumlu biçimde basın özgürlüğünü tanır ve bunun bilgi edinme, yayma, eleştirme, yorumlama ve eser yaratma haklarını içerdiğini kabul eder. 3. maddenin 2. fıkrası ise yine Sözleşme’yle uyumlu biçimde “sınırlama” koşullarını sayar. Madde bu içeriğiyle AİHS’yle çelişmiyor. Buna karşın son yılların en çok eleştirilen yargı uygulamalarından biri olan “yayın yasakları”na bakıldığında, istisnasız tümünün 3. maddeye dayandığı görülüyor. Yayın yasaklarının, sınırlamanın ötesinde, bir konunun haberleştirilmesini ya da yorumlanmasını tamamen son erdirmesi, yani “sansür” niteliği karşısında, verilen kararların keyfi ve yasaya aykırı olduğu söylenebilir. Bununla birlikte, bu durumun sona erdirilmesi için yine en kestirme yol, 3. maddenin “sınırsız yayın yasaklarını engelleyecek” açık bir düzenleme içermesi olarak görünüyor.

 

Yasanın kimlerin, cezai sorumluluğa sahip olduğuna ilişkin 11. maddesi ise kitap yayıncıları için büyük bir sorun oluşturuyor. 11. madde “süresiz yayınlarda eser sahibinin belli olmaması veya yayın sırasında ceza ehliyetine sahip bulunmaması ya da yurtdışında olması nedeniyle Türkiye’de yargılanamaması veya verilecek cezanın eser sahibinin diğer bir suçtan dolayı kesin hükümle mahkûm olduğu cezaya etki etmemesi hallerinde yayıncıyı; yayıncının belli olmaması veya basım sırasında ceza ehliyetine sahip bulunmaması ya da yurtdışında olması nedeniyle Türkiye’de yargılanamaması hallerinde ise basımcıyı sorumlu” kılıyor. Bu düzenlemenin yer açtığı sorunların başında çeviri eserlere karşı açılan davalar geliyor. Burada çifte standartlı bir uygulama ile, yurtdışında yaşadığı halde eserini savunmaya hazır, asıl sorumlu eser sahibi ortaya çıksa dahi, sorumluluk yayıncıya ve çevirmene yöneltiliyor. Dünyaca bilinmiş bir yazarın yargılanmasının vereceği tepkiler gözetilerek, yayıncıyı ve çevirmenini yargılamanın kolaycılığı tercih ediliyor.

 

Kitap basıldıktan sonra yayıncının bulunamaması halinde basımcının yani matbaanın sorumlu tutulması da ayrı bir sorun. Kitap içeriğini denetleme sorumluluğu olmaması gereken pek çok matbaa sahibi bu nedenle yargılandı ve ceza aldı. Öyle ki, 2011’de Gülseren Aksu’nun Anılarla Abdullah Öcalan: Güneşin Sofrasında adlı kitabına açılan davada, yazar ve kitabı yayınlayan Çetin Yayınları sahibi Abdülrezzak Güngör beraat etmesine karşın, kitabı basan Berdan Matbaası’nın sahibi Sadık Daşdöğen’in “Terör örgütü propagandası yapmak” suçundan 1 yıl hapis cezasına çarptırılması gibi örnekler dahi mevcut.

 

Yasanın “Tanımlar” başlıklı 2. maddesi ise, yayıncılığın görünmez kahramanları çevirmenlere yönelik çok esaslı bir tehdit oluşturuyor. Zira, madde “süreli veya süresiz yayının içeriğini oluşturan yazıyı veya haberi” “çeviren”i de “eser sahibi” olarak gösteriyor. Bu nedenle, asıl eser sahibinin yaşamadığı, yurtdışında olduğu ya da başkaca bir nedenle yargılanamadığı durumlarda, yayıncı ile birlikte çevirmen de yargılanıyor. Bu şekilde çevirmenlerin ceza tehdidi altında tutulduğu bir sistem, yayınlama özgürlüğüne zarar veriyor. Bu nedenle çevirmenin sorumluluğunun kaldırılması zorunlu görünüyor.

 

Yasanın 18. maddesi ise basın eserlerinde, mahkeme kararıyla yayınlanmasına karar verilen cevap ve düzeltme kararlarına uyulmamasının yaptırımlarını düzenliyor. Buna göre ulusal ölçekte yapılan yayınlarda; cevap-düzeltme kararına uymayan sorumlu müdür ve onun bağlı bulunduğu yetkiliye ayrı ayrı en az 50 bin TL ceza veriliyor, ödenmesinden de yayın sahibi birlikte sorumlu tutuluyor. Buna göre, bir cevap-düzeltme kararının yayınlanmamasının bedeli en az 100 bin TL gibi astronomik bir cezaya neden oluyor. Üstelik, Basın Kanunu’ndaki suçlar nedeniyle verilen para cezalarının, ödenmemesi halinde hapse çevrilmeyeceği kuralı, 18. madde için geçerli değil. Yani yayıncıların bu cezayı ödeyememeleri durumunda sorumluların cezaevine gitmesi olasılığı da var. Bu orantısız yaptırım mekanizmasının yayıncıya hiçbir takdir hakkı vermemesi yayınlama özgürlüğüne ciddi bir darbe vuruyor.

 

Basın Kanunu’nun 21. maddesi cinsel suç mağdurları ile 18 yaşından küçük suç mağdurları ve faillerinin kimliklerinin açıklanmasını yasaklıyor. Bu madde, konuluş amacı itibarıyla yerinde olmakla birlikte, şekli bir suç olarak düzenlenmiş olması nedeniyle son derece haksız sonuçlara yol açıyor. Gezi Protestoları sırasında kafasına isabet eden gaz fişeği nedeniyle ağır yaralanan ve daha sonra hayatını kaybeden Berkin Elvan ile ilgili haberler nedeniyle verilen kararlar, bu haksızlığın tipik örneği durumunda. Berkin Elvan’a karşı işlenen suçun faillerinin bulunmasına yönelik haberler kendisine hiçbir zarar vermemesine, tam aksine onun haklarını korumaya yönelik olmasına rağmen, davaların tamamı gazetecilerin mahkûmiyetiyle sonuçlandı. Uygulamanın haksızlığını gidermenin tek yolu, ceza verilebilmesi için maddenin koruma kapsamına aldığı kişilerin “zarar görmesi” koşuluna bağlanması olarak görünüyor. Madde mevcut haliyle haber verme özgürlüğünün önünde çok ciddi bir engel oluşturuyor.

 

 

İnternet Ortamında Yapılan Yayınların Düzenlenmesi ve Bu Yayınlar Yoluyla İşlenen Suçlarla Mücadele Edilmesi Hakkında Kanun

 


İnternet yayınlarının düzenlenmesi için 2007 yılında çıkarılan 5651 sayılı kanun, aradan geçen 8 yıllık sürede, tam 7 kez esaslı değişikliğe uğradı.

 

Varılan noktada ise, AB İlerleme Raporlarında ifade özgürlüğü konusunda en çok eleştirilen yasa olmayı sürdürüyor. Zira yapılan değişiklikler ifade özgürlüklerine uyum için değil, tam aksine özgürlükler aleyhine denetleme mekanizmalarının güçlendirilmesi için yapılıyor ve yasanın sorunlu tüm yapısı korunuyor. Öyle ki, AİHM’nin 2012 yılında verdiği Ahmet Yıldırım kararında yaptığı, 5651 sayılı yasanın “yasa kalitesini taşımadığı” tespiti dahi, yasanın düzeltilmesi için yeterli olmadı. (12)

 

Bugün engellenen site sayısı 80 bini aşmış durumda. 17-25 Aralık Soruşturmalarından sonra yapılan 9 ve 9-A maddesi değişiklikleri ise doğrudan “haberciliği” hedefleyen düzenlemeler. 17-25 Aralık Soruşturmaları başta, hükümet üyeleri ve yöneticiler aleyhine yapılan sayısız haber ve yorum bu iki madde uyarınca verilen kararlar ile engelleniyor. Medyanın haber verme, kamuoyunun bilgilenme hakkına açıkça müdahale niteliği taşıyan bu kararların, AİHM içtihadıyla da bağı koparılmış durumda. AİHM’nin yukarıda özetlediğimiz sınırlama koşullarının hiçbirini içermeyen kararlar, “yolsuzluk” gibi bazı konu başlıklarını internet arşivinden, dolayısıyla toplumsal bellekten siliyor. İfade ve yayınlama özgürlüğü yönünden içerdiği vahamet, yasanın tümden kaldırılarak Sözleşme ve AİHM içtihadına uygun biçimde yeni bir yasa yapılmasını gerektiriyor.

 

Youtube ve Twitter yasaklarının kaldırılması için Anayasa Mahkemesince yapılan başvurularının sahibi öğretim üyeleri Kerem Altıparmak ve Yaman Akdeniz’in 5651 sayılı Kanunu ile ilgili olarak 2012’de yazdıkları, bugün aciliyeti artmış biçimde geçerliliğini sürdürüyor:


5651 sayılı yasanın ve özellikle dava konusu 8. maddenin insan haklarına aykırı olduğu, başta bu yazının yazarları olmak üzere, çeşitli kişi ve kurumca dile getirilmiştir. Bu tür eleştiriler, bizzat sorumlu Bakan ve TİB tarafından ciddiyetle ele alınmamıştır. Bunun sonucu olarak yasanın yürürlüğe girdiği 2007 yılından beri 10 binlerce internet sitesi sözleşmeye aykırı olarak erişime kapatılmıştır. Gelinen noktada, demokratik bir toplumda sansürün bu ölçüde yaygınlaşması kabul edilemez ve mevcut yasayla yola devam edilemeyeceği açıktır.


Bununla birlikte, 5651 sayılı Yasanın hazırlanması ve uygulanması sürecinde olduğu gibi eleştiri ve şikâyetlere kulak tıkanarak hazırlanacak yeni düzenlemelerin de çok farklı sonuçlar doğurmayacağını kestirmek güç değildir.


Bunun için, Ahmet Yıldırım/Türkiye kararını, ilgilileri 5651 sayılı yasayı derhal yürürlükten kaldırmaya ve insan haklarına saygılı, demokratik katılıma açık ifade özgürlüğüne ve Türkiyeli yetişkinlerin her türlü internet içeriğine erişim ve tüketim haklarına saygı temelli yeni bir yasa hazırlamaya teşvik edecek bir fırsat olarak görüyoruz. Türkiye ifade özgürlüğünü koruma bağlamındaki pozitif yükümlülüklerini ancak bu şekilde yerine getirebilir. (13)

 

 

Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu


Düşünce ve sanat ürünleri üzerindeki hakları düzenleyen mevcut yasa 1951 tarihli. Yıllar içerisinde özellikle müzik eserleri ve bilgisayar programları ile ilgili olarak, teknolojik ve hukuksal gelişmelere uygun değişiklikler yapıldıysa da 5846 sayılı Yasa günümüzün sorunlarına çözüm sağlamak için yeterli değil. Nitekim bu konu AB Müktesebatına uyum çalışmaları sırasında da gündeme geldi ve “AB Müzakere Süreci Fikri Mülkiyet Hukuku Faslı” açıldı. Bu çerçevede konuyla ilgili telif hakları birliklerinin işbirliği ile hazırlanan taslak yasa metninin Türkiye’nin son dönemde imzaladığı uluslararası antlaşmalara ve AB direktiflerine uygun olarak hazırlanmaya çalışıldığı ama dönemin Kültür ve Turizm Bakanı’nca son imzanın atılıp Bakanlar Kurulu’na yollanmadığı biliniyor.

 

Yeni yasa ile eser sahipleri yönünden telif haklarının daha etkin biçimde korunması, yayıncılar yönünden ise “korsan yayıncılık”la mücadelenin güçlendirilmesi, e-kitap ve dijital yayıncılıkla ilgili eksikliklerin giderilmesi, bandrol sisteminin yayıncı birlikleri tarafından uygulanarak demokratikleştirilmesi, akademik yayıncılığı zayıf düşüren “fotokopi sistemi”nin sona erdirilmesi gibi pek çok sorunlu alanda iyileşme beklenmektedir. Ancak elbette ki yasanın eksiksiz bir düzenleme haline gelmesi, gün yüzüne çıktıktan sonra, konunun ilgililerinin görüşlerinin dikkate alınmasıyla olacaktır. Yeni düzenlemenin hızla ele alınması ve kullanıcıların anayasal haklarını da gözeterek, kamuoyunda demokratik biçimde tartışıldıktan sonra yasalaşması, Türkiye düşünce yaşamı için öncelik tanınması gereken bir konu olarak öne çıkıyor.

 

 

Türk Ceza Kanunu’nun Yayınlama Özgürlüğünü Engelleyen Maddeleri

 

 

Türk Ceza Kanunu (TCK), 2005 yılında Türkiye kamuoyuna ve AB’ye bir “devrim” olarak sunularak yürürlüğe girmiştir. Bunun böyle olmadığı ise aradan geçen 10 yıllık süreçte, 345 maddelik yasanın, “üçte birinden fazlasının” değiştirilmek zorunda kalınmasıyla somut biçimde ortaya çıktı. 124 madde yasa ile 2 madde de Anayasa Mahkemesi kararları ile değiştirildi ya da iptal edildi.

 

Bu değişikliklerin arasında ifade ve yayınlama özgürlüğünü ilgilendiren maddeler de önemli bir yer tutuyor. Ancak gelinen noktada Türk Ceza Kanunu’nun hâlâ daha istenen noktaya gelmediği yargının uygulamalarıyla ortaya çıkıyor. Bu konuda öncelikle öne çıkan mesele ise, AİHM içtihadına bağlı olarak AB ve Avrupa Konseyi’nde hâkim olan, yayın yoluyla işlenen suçlara “hapis cezası” verilemeyeceğine ilişkin eğilim. AİHM kararlarında ve örneğin Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi’nin ilke kararlarında pek çok kez vurgulandığı üzere, yazarların ve gazetecilerin mesleki faaliyetleri çerçevesindeki çalışmalarının hapis cezası ile cezalandırılması ifade özgürlüğüne bir tehdit olarak görülüyor14. Buna karşın Türkiye ifade özgürlüğü kullanımına karşı hapis cezası verilmesine ilişkin olarak iç hukukunda hiçbir iyileştirme sağlamadı. Tam aksine “suçun alenen ya da basın yayın yoluyla işlenmesi” hali cezanın artırılmasının nedeni olarak kabul ediliyor. Bunların AİHM ve AB standartlarını karşılamadığı açık olup TCK’de öncelikle bu konunun ele alınması zorunlu görünüyor.

 

İfade özgürlüğünü doğrudan ya da dolaylı olarak ilgilendiren maddeleri ise şöyle listelemek mümkün:


• Şeref ve Saygınlığı Rencide Etme, İntihara Teşvik Ve Yardım (Madde: 84),


• Hakaret ve Kamu Görevlisine Hakaret (Madde: 125),


• Haberleşmenin Gizliliğini İhlal (Madde: 132),


• Özel Hayatın Gizliliği (Madde: 134),


• Kişisel Verilerin Kaydedilmesi (Madde: 135),


• Suçu ve Suçluyu Övme (Madde: 215),


• Halkı Kin ve Düşmanlığa Tahrik (Madde: 216),


• Halkı Kanunlara Uymamaya Alenen Tahrik (Madde: 217),


• Basın Yoluyla Kamu Barışına Karşı İşlenen Suçlar (Madde: 218),


• Kanunun Suç Saydığı Fiilleri İşlemek Amacıyla Örgüt Kurmak ve Örgütün Propagandasını Yapmak (Madde: 220),


• Şapka ve Türk Harfleri Hakkındaki Kanunlara Aykırı Davranış (Madde: 222),


• Müstehcenlik (Madde: 226),


• Görevi Kötüye Kullanma (Madde: 257),


• İftira (Madde: 267),


• Yalan Tanıklıkta Bulunma (Madde: 273),


• Suçluyu Kayırma (Madde: 283)


• Soruşturmanın Gizliliğini İhlal (Madde: 285),


• Soruşturma ve Kovuşturma İşlemlerinde Ses ve Görüntü Kaydı (Madde: 286),


• Adil Yargılamayı Etkilemeye Teşebbüs (Madde: 288),


• Cumhurbaşkanına Hakaret (Madde: 299),


• Türk Milletini, Türkiye Cumhuriyeti Devletini, Devletin Kurum ve Organlarını Aşağılama (Madde: 301),


• Devletin Birliğini ve Ülke Bütünlüğünü Bozmak (Madde 302)


• Temel Milli Yararlara Karşı Faaliyette Bulunmak İçin Yarar Sağlama (Madde: 305),


• Silahlı Örgüt Üyesi Olmak (Yapılan yayınların örgüt faaliyeti olarak nitelenmesi nedeniyle) (Madde: 314) .


• Halkı Askerlikten Soğutma (Madde: 318),


• Devletin Güvenliğine İlişkin Bilgileri Temin Etme (Madde: 327),


• Devletin Güvenliğine ve Siyasal Yararlarına İlişkin Bilgileri Açıklama (Madde: 329),


• Yasaklanan Bilgileri Temin (Madde: 334),


• Yasaklanan Bilgileri Açıklama (Madde: 336).

 


Bu maddeler arasından yayınlama özgürlüğünü en sık tehdit edenler ise şöyle belirtilebilir:

 

 

Kamu Görevlisine Hakaret (m. 125/3) - Cumhurbaşkanına Hakaret (m. 299)

 


AİHM’nin, Sözleşme’nin 10. madde kapsamında verdiği pek çok kararında ısrarla vurgulandığı üzere, bir siyasetçinin kabul edilebilir eleştiri sınırları, sıradan bir şahsa kıyasla daha geniştir15. Bu ilke, iç hukukta verilen kararlara da önemli ölçüde yansımış, Yargıtay’ın kökleşmiş görüşü haline gelmiştir. Buna karşın, 125/3. maddede kamu görevlisine hakaret ve 299. maddede cumhurbaşkanına hakaret, suçun ağırlaştırılma nedeni sayılıyor. Diğer deyişle AİHM içtihadının tam tersi düzenlemeler söz konusu. Bunu medya aracılığıyla işlenen suçlara hapis cezası verilemeyeceği yönündeki eğilimle birleştirdiğimizde, TCK 125/3 ve 299’un mutlaka kaldırılmaları gerektiği ortaya çıkıyor.

 

 

Halkı Kin ve Düşmanlığa Tahrik (m. 216)

 

 

Madde genel görünümüyle nefret suçlarını önlemeye yönelik gibi görünse de uygulamada, tümüyle “çoğunluğu”, “azınlıktan” korumak gibi bir işlev yüklenmiş durumda. Gerçekten de raporumuzda örneklerini vereceğimiz üzere, yasanın uygulandığı alan olarak sadece İslamiyet’e ve Müslümanlara yönelik yayınları görüyoruz. Bu yönüyle 216. maddenin yarattığı sorunların, çok tartışılan ve bu nedenle soruşturulması Adalet Bakanlığı’nın iznine bağlanan 301. maddedeki “Türklüğü aşağılama” yasağının yerini aldığı söylenebilir.

 

 

Müstehcenlik (m. 226) ve Küçükleri Muzır Neşriyattan Koruma Kanunu

 

 

Çocukları pornografik yayınlardan koruma amacıyla getirilen düzenleme, en çok bu türden yayınlar ile sanat eserleri arasına ayrım koyamamasıyla eleştiriliyor. Maddenin son fıkrasında her ne kadar bilimsel eserler ile sanat eserlerine bir istisna tanınmış ise de raporumuzda örneklerini göstereceğimiz üzere uygulama her zaman böyle değil. 299. madde, Guillame Apollinaire, William Burroughs, Chuck Palahniuk gibi dünya edebiyatında yeri olan yazarların kitaplarının edebi eser sayılmayarak yasaklanma, yayıncı ve çevirmenlerinin hapis cezası alma tehlikesiyle karşı karşıya kalmasına neden olabiliyor.

 

Bu müdahalelerin önünü açan ise 226. maddenin yanı sıra, Küçükleri Muzır Neşriyattan Koruma Kanunu ve bu yasa ile kurulan Başbakanlık Küçükleri Muzır Neşriyattan Koruma Kurulu. Bu kurul yazdığı raporlar ile, bilim ve sanat eserlerine getirilen istisnanın kaldırılmasına ya da uygulanmasının zorlaşmasına sebep oluyor. Gerçekten de bu kurulun, görev tanımını aşan şekilde, çocuk kitaplarının haricindeki tüm edebiyat eserlerine de yönelttiği “inceleme” faaliyetinin sonucunda hazırladığı raporlar, bugüne kadar aralarında dünya klasiklerinin de yer aldığı pek çok edebiyat eserinin yazar, yayıncı ve hatta çevirmenlerinin “çocuklara zarar verdikleri” iddiasıyla davalık olmalarına dayanak hazırladı. Bu nedenle 2009’da toplanan 5. Ulusal Yayın Kongresi’nin sonuç bildirgesinde yazılı, Muzır Kurulu’nun ve Küçükleri Muzır Neşriyattan Koruma Kanunu’nun kaldırılması çağrısı geçerliliğini koruyor.

 

 

Gizliliğin İhlali (m. 285)

 

 

Ceza soruşturmanın gizliliğini alenen ihlal etmeyi yasaklayan maddenin yöneldiği asıl hedef, medyada çıkan soruşturma haberleri ve araştırmacı gazetecilerin kitapları. Ancak bu yönde açılan davaların hızla artması ve en nihayetinde gazetecilerin bu suçtan dolayı cezaevine girmeleri gündeme gelince, 2012 yılında yapılan bir değişiklikle, “soruşturma ve kovuşturma işlemlerinin haber verme sınırları aşılmaksızın haber konusu yapılması” suç olmaktan çıkarıldı. Buna karşın, “haber verme sınırları” soyut bir kavram olduğu için bugün basın savcılıklarında “hakaret”ten sonra en çok iddianame düzenlenen madde yine TCK m. 285. Buna paralel olarak gazetecilerin sıklıkla ceza aldığı da görülüyor. Bu cezaların infaza dönüştüğü zaman 285. maddenin yine tartışılmaya başlayacağı açık.

 

 

Türk Milletini, Türkiye Cumhuriyeti Devletini, Devletin Kurum ve Organlarını Aşağılama (m. 301)

 

 

301. madde, yürürlüğe girdiği 2005 yılından beri çok sayıda yazar ve yayıncının yayınları nedeniyle yargılanması ve hapis yatmasına neden olan, TCK’nin ifade özgürlüğünü tehdit eden en ünlü maddelerinden biri. 301. madde, ifade özgürlüğüne getirdiği ağır ve gazeteci Hrant Dink’in katledilmesi gibi geri dönülemez kayıplar nedeniyle değiştirilerek, bu suçun soruşturulması Adalet Bakanlığı’nın iznine bağlandı. Değişiklikten sonra gerçekten de soruşturma ve dava sayısında ciddi sayıda düşme yaşandı. Ancak, Adalet Bakanlığı izninin somut bir hukuksal standart olmaması 301. maddenin sorunlu içeriğini hâlâ tehlikeli kılıyor. AİHM içtihadına uygun olarak maddenin ve kapsamının daraltılması zorunlu.

 

 

Terörle Mücadele Kanunu (TMK)

 


 

 

 


Yürürlüğe girdiği tarihten bu yana, ifade ve yayınlama özgürlüğüne en çok zarar veren yasa olan TMK, “ilerleme adına” pek çok değişiklik geçirse de hâlâ “ayakta”. Özellikle içerdiği belirsiz “terör” tanımı, her daim keyfi uygulamaların önünü açıyor. Yayınlama özgürlüğüyle doğrudan ilgili olan “terör örgütlerinin bildiri veya açıklamalarını basma veya yayınlama” suçunu düzenleyen 6/2. maddesi ile “terör örgütü propagandası yapma” suçunu düzenleyen 7/2. maddesi ise AİHM içtihadına aykırı olarak can yakmayı sürdürüyor. Bugün için gelinen noktada, bu “özel hâl” kanunun düzeltilmek yerine toptan kaldırılması, genel ceza yasalarıyla yetinilmesi tek geçerli yol olarak görünüyor.

 

 

b. Uygulamadan Örnekler

 


Raporumuzda Türkiye’de ifade ve yayınlama özgürlüğünün engellendiği somut örnekleri üç grup altında toplamak istedik. Birinci bölümü, son bir yıl içerisinde yaşanmış ve kamuoyuna yansımış müdahaleler oluşturuyor.

 

Gezi Olayları ile başlayan, 17-25 Aralık Soruşturmaları nedeniyle zirveye çıkan, basına ve internet medyasına yönelik “sistemli müdahaleler”e ise ayrı bir bölüm ayırmayı zorunlu görüyoruz. Zira açılan soruşturma ve davaların sayısı açık biçimde tüm yayıncılık dünyasını olumsuz etkiliyor. Literatürdeki adıyla tüm yayıncılar, gazeteciler ve yazarlar üzerinde “caydırıcı etki” (chilling effect) yaratıyor. İfade özgürlüğünün çoğulcu demokrasinin temeli olması olgusu karşısında, bu durumun şu an için Türkiye’nin en büyük sorunlarından biri olduğunu kabul etmek gerekiyor.

 

Üçüncü bölümü ise, raporumuza adını veren proje kapsamında 7 bölgemizde, 9 şehirde, yazar, yayıncı, kitapçı, gazeteci, sivil toplum kuruluşu temsilcisi ve akademisyenlerle yaptığımız toplantılardan derlediğimiz yayınlama özgürlüğü sorunları, pratikler ve çözüm önerileri oluşturuyor.

 

 

Olağan Şüpheliler Olarak Kitaplar

 


Kamu Görevlilerine ve Cumhurbaşkanına Tanınan Hukuka Aykırı Ayrıcalık

 


AİHM içtihadının söylediği çok açık: 1- Yayın yoluyla hakaret nedeniyle hapis cezası verilemez. 2- Siyasilere yönelik eleştirilerin sınırları sıradan yurttaşa göre çok daha geniştir. Bu iki ilke karşısında, cumhurbaşkanına hakareti ayrı bir suç olarak düzenleyen ve TCK m. 125’teki hakaret suçuna göre daha ağır yaptırıma bağlayan 299. madde derhal kaldırılmalıdır. 299. maddenin güncel güç dengelerine göre değişen uygulanma biçimi de bu isteğimizi güçlendirmektedir. Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan önce görev yapan Sn. Ahmet Necdet Sezer ve Sn. Abdullah Gül zamanında bu suçtan tek bir kişi dahi cezaevine girmemiştir. Sn. Erdoğan döneminde ise aradan geçen kısa sürede 8 kişi, attıkları tweetler ya da sloganlar nedeniyle tutuklanarak cezaevine gönderildi. Bu tutukluluk kararları sadece yasanın değil, yargının da sorunlu ve sorumlu olduğunu bir kez daha kanıtlıyor. Ceza usul yasası kurallarına göre, ceza alsalar dahi büyük ihtimalle cezaları ertelenecek ve tek gün hapis yatmayacak kişilerin, tutuklanmaları kabul edilemez. Tek bir cümlenin hatta sözcüğün dahi tutuklanmaya yol açtığı bir ortamda, araştırmacıların, yazarların ve yayıncıların kendilerini özgür hissetmeleri mümkün değildir.

 

Aynı şekilde 125. maddenin, kamu görevlisine hakareti ağırlaştırıcı sebep olarak düzenleyen fıkraları da iptal edilmelidir. Bu sorunlu maddeler, doğrudan ifade ve yayınlama özgürlüğünü etkilemekte ve siyasi eleştirinin sınırlarını daraltmaktadır. Siyasetçilerin ve kamu görevlilerinin, kendileriyle ilgili eleştirileri yargıya götürmekteki heves ve ısrarları da bu tablonun ağırlaşmasına sebep olmaktadır. Son bir yıl içinde başlatılan soruşturmalar ve açılan davalar konunun aciliyetini göstermektedir:

 

 

“Gezi Fenomeni”

 

 

Eylül 2014’te yazar ve yayıncı Erol Özkoray, Gezi Olaylarını değerlendirdiği Gezi Fenomeni adlı kitabında yer alan belgesel nitelikteki fotoğraflar nedeniyle, dönemin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’a hakaretten dolayı 11 ay 20 gün hapis cezasına çarptırıldı. Mahkeme bu hükmün açıklanmasını 5 yıl süreyle erteledi. Özkoray’ın bu süre içerisinde başka bir suç işlemesi halinde, bu hüküm de açıklanacak ve kesinleşmesi halinde infazı söz konusu olacak. Özkoray kitabını Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı görevine gelmesinden sonra yazsaydı, cezasının ağırlaşması söz konusu olabilecekti.

 

 

“Yüzde On: Adil Düzenden Havuz Düzenine”

 

 

Gazeteci-yazar Ahmet Dönmez, Yüzde On: Adil Düzenden Havuz Düzenine adlı kitabı ve attığı tweet’ler nedeniyle ceza ve hukuk davalarının muhatabı durumunda. Binali Yıldırım’ın “halkı kin ve düşmanlığa tahrik, basın yoluyla hakaret, basın yoluyla iftira” suçlamalarıyla yaptığı şikâyet sonucu açılan ceza davası İstanbul Anadolu 2. Asliye Ceza Mahkemesi’nde sürüyor. Dönmez’in kitabı 17-25 Aralık Soruşturmalarıyla ortaya çıkan, medya patronlarının da karıştığı iddia edilen rüşvet iddialarını ele alıyor.

 

 

“Hırsız Vaaar”

 

 

Gazeteci-yazar Ali Emre Özsoy, Hırsız Vaaar adlı kitabı nedeniyle iki davada sanık konumunda. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve oğlu Bilal Erdoğan’ın kendilerine hakaret iddialarıyla yaptıkları şikâyetler sonucu açılan ceza davaları sürüyor. Özsoy ayrıca bir makalesi nedeniyle de yine Cumhurbaşkanına hakaret suçlamasıyla yargıç karşısına çıkacak. Özsoy’un kitabıyla ilgili olarak, bir de eski bakan Binali Yıldırım’ın açtığı 20 bin TL’lik manevi tazminat davası bulunuyor.

 

 

“Beraber Yürüttük Biz Bu Yollarda”

 

 

Gazeteci-yazar Yılmaz Özdil Beraber Yürüttük Biz Bu Yollarda adlı kitabı nedeniyle hem ceza soruşturması, hem de manevi tazminat davasına muhatap oldu. Eski Bakan Binali Yıldırım’ın başlattığı süreçlerde, ceza soruşturması halen sürüyor. Yıldırım’ın Özdil’le birlikte kitabı yayınlayan Kırmızı Kedi Yayınevi’ne açtığı manevi tazminat davası da devam ediyor.

 

 

“Paralel Yürüdük Biz Bu Yollarda”

 

 

Gazeteci-yazar Ahmet Şık da Eski Bakan Binali Yıldırım tarafından adliyeye sürüklenen isimler arasında. Şık’ın Adalet ve Kalkınma Partisi ile Fethullah Gülen cemaati arasındaki ortaklığa odaklandığı Paralel Yürüdük Biz Bu Yollarda adlı kitabı nedeniyle, Binali Yıldırım hem “hakaret” gerekçesiyle savcılığa şikâyette bulundu, hem de kendisine 20 bin liralık manevi tazminat davası açtı. Şikâyet üzerine İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı Basın Bürosu’nun, kamu görevlisine hakaret suçlamasıyla açtığı ceza davası ve manevi tazminat davası halen sürüyor. Şık’ın kitabı, iktidar ile Fethullah Gülen cemaati arasındaki ortaklığa ve kavgaya odaklanıyor.

 

 

“Din ve Siyaset”

 

 

Yazar Ali Bulaç’ın Din ve Siyaset adlı kitabındaki bazı alıntılar, Başbakan Ahmet Davutoğlu tarafından Bulaç’a manevi tazminat davası açılmasına neden oldu. Davutoğlu, kitapta kendisine atfedilen “Bizim bir devlet geleneğimiz var. Osmanlı’da da bu böyleydi, devlet için evlatlar bile feda edildi. Bugün de devlete zarar verecek bir yapıyı kabul etmemiz mümkün değil. Devletin ele geçirilmesine müsaade etmeyiz,” sözlerini söylemediğini iddia ediyor. Davutoğlu, tazminatla birlikte kitapta dava konusu yaptığı bölümlerin üzerine bant çekilmesini ve bu yapılana dek kitabın yeni baskılarının durdurulmasını da talep etti. Ali Bulaç ilk duruşmada beraat etti.

 

 

“İn: Baykal Kasedi, Dink Cinayeti ve Diğer Komplolar”

 

 

Eski Emniyet İstihbarat Dairesi Başkanı Sabri Uzun’un İn: Baykal Kasedi-Dink Cinayeti ve Diğer Komplolar adlı kitabı, kitapta adı geçen emniyet görevlileri tarafından şikâyet ve manevi tazminat davası konusu yapıldı. Kitap Fethullah Gülen cemaatine yakın polislerle ilgili komplo iddialarını konu alıyor. Şimdiye dek Uzun’a açılan dava sayısı 15. Bu davalardan üçünde yayınevi de davalı olarak yer alıyor.

 

 

“Haliç’te Yaşayan Simonlar”

 

 

Eski Emniyet Müdürü Hanefi Avcı’nın Haliç’te Yaşayan Simonlar: Dün Devlet, Bugün Cemaat kitabı çok sayıda davaya konu oldu. Son olarak Cumhuriyet Savcısı Osman Şanal ile eski İstanbul Emniyet Müdür Yardımcısı Ali Fuat Yılmazer’in hakaret ve iftira suçlamasıyla yaptıkları şikâyetleri üzerine açılan iki davada, 6352 sayılı Kanun’un geçici 1’inci maddesine dayanılarak “kovuşturmanın ertelenmesine” karar verildi.

 

 

Cinsellik Hâlâ Tabu: Müstehcenlik Davaları

 

 

Raporumuzda sorunlu mevzuatı ele alırken, çocukları korumaya yönelik bir düzenleme olan “müstehcenlik” suçunun (TCK m. 226) pornografiyle edebiyat ve sanat eserleri arasına ayrım koymada yetersiz kalması nedeniyle eleştirildiğini belirtmiştik. Küçükleri Muzır Neşriyattan Koruma Kanunu ve bu yasa ile kurulan Başbakanlık Küçükleri Muzır Neşriyattan Koruma Kurulu’nun bu sorunun sorumlusu olduğunu yazmıştık. Uygulamadan örnekler konuyu özetlemek için yeterli görünüyor:

 

 

“Genç Bir Don Juan’ın Maceraları”

 

 

Guillame Apollinaire’in Türkiye’de yargı önüne çıkan ilk eseri Genç Bir Don Juan’ın Maceraları değil. Apollinaire’in On Bir Bin Kırbaç adlı kitabı da kovuşturmaya uğramış ve ceza almıştı. Ancak kitabın yayıncısı Rahmi Akdaş’ın hak aramadaki örnek ısrarıyla konu AİHM’e kadar gitmiş ve verilen ceza nedeniyle Türkiye, ifade özgürlüğünü ihlalden sorumlu bulunarak tazminat ödemeye mahkûm edilmişti (Akdaş – Türkiye, Başvuru No: 04/41056).

 

Ancak bu emsal karar Genç Bir Don Juan’ın Maceraları kitabıyla ilgili ceza yargılamasının yapılmasına engel olmadı. Kitabı yayınlayan Sel Yayıncılık’ın sahibi İrfan Sancı ve çevirmen İsmail Yerguz’a “müstehcenlik” suçlamasıyla dava açıldı. Dava sırasında dosyaya akademisyenlerin kitap için “sanat eseridir” saptaması yaptığı akademik rapor ile Muzır Kurulu’nun aksi yöndeki raporu sunuldu. Yargılamayı yapan İstanbul 2. Asliye Ceza Mahkemesi, akademisyenlerin raporuna dayanarak olumlu karar verdi ve Sancı ile Yerguz’u beraat ettirdi.

 

Ancak karar savcılık tarafından temyiz edilerek Yargıtay’a gidince, başa dönüldü. Yargıtay 14. Ceza Dairesi, beraat kararını oybirliğiyle bozarak dosyayı mahkemesine geri gönderdi. Yargıtay bozma kararında, aynı yazarla ilgili çok benzer bir konudaki ve yeni tarihli Akdaş kararını hiç dikkate almadı.

 

Dosyayı yeniden inceleyen İstanbul 2. Asliye Ceza Mahkemesi’nin yaptığı 2. yargılamada ise kitabın gerçek akıbetini öğrenmek mümkün olmadı. Zira 6352 sayılı Yasa ile getirilen ve yayın yoluyla işlenen suçlar nedeniyle yürüyen davaların ertelenmesini sağlayan düzenleme nedeniyle, dava Aralık 2013’te esasa dair karar verilmeden ertelendi. Yasaya göre Sancı ve Yerguz’un üç yıl boyunca benzer bir suç işlememeleri gerekiyor. Aksi takdirde yargılama kaldığı yerden devam edecek.

 

Benzer süreçler Chuck Palahniuk’un yazdığı Ölüm Pornosu ve William Burroughs’un Yumuşak Makine ile de yaşandı. Bu iki kitabın çevirmen ve yayıncıları da müstehcen yayın ile suçlandılar. Ölüm Pornosu nedeniyle Ayrıntı Yayınları adına yayıncı Hasan Basri Çıplak ve çevirmen Funda Uncu yargılandı. Yumuşak Makine nedeniyle de Sel Yayıncılık adına İrfan Sancı ve çevirmen Süha Sertabiboğlu aleyhine dava açıldı. Her iki dosyada da kitaplar lehine bilirkişi raporları verildiyse de, yine 6352 sayılı Yasa ile davaların esasına girilmeden erteleme kararları verildi.

 

Davaların yanı sıra, beraat kararıyla aklanmaya olanak tanımayan, özel yasayla getirilen erteleme sisteminin de sorunlu olduğu açık. Yayıncı ve çevirmenler üzerinde bir baskı unsuru haline gelen erteleme kararları, yayınlanacak eserlerin seçiminde otosansürü artırıyor.

 

 

Kitaplara Açılan Diğer Davalar

 


“Kayıp Sicil / Erdoğan’ın Çalınan Dosyası”

 

 

Mayıs 2015’te gazeteci-yazar Soner Yalçın, Kayıp Sicil / Erdoğan’ın Çalınan Dosyası adlı kitabıyla Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın oğlu Bilal Erdoğan’a “basın yoluyla hakaret” ettiği iddiasıyla 1740 TL adli para cezasına çarptırıldı. Hükmün açıklanması 5 yıl süreyle ertelendi. Yalçın’ın bu süre içerisinde başka bir suç işlemesi halinde, bu hüküm de açıklanacak ve kesinleşmesi halinde infazı söz konusu olacak.

 

Bilal Erdoğan’ın Kayıp Sicil / Erdoğan’ın Çalınan Dosyası nedeniyle Yalçın’a ve kitabın yayıncısı Kırmızı Kedi Kitabevi yayın yönetmeni İlknur Özdemir’e açtığı 50 bin TL’lik manevi tazminat davası da halen sürüyor.

 

 

“Takkeli Firavunlar”

 

 

Yazar Sabahattin Önkibar’ın Takkeli Firavunlar ve Büyük Siyasi Sırlar adlı kitabı nedeniyle işadamı Enver Ören kendisine hakaret edildiği gerekçesiyle, yazar ve kitabın yayıncısı Kırmızı Kedi’ye 1 milyon TL’lik manevi tazminat davası açtı. Dava halen sürüyor.

 

 

“Hrant Dink Cinayeti ve İstihbarat Yalanları”

 

 

Nedim Şener, Hrant Dink Cinayeti ve İstihbarat Yalanları adlı kitabıyla ilgili olarak “emniyet görevlilerini terör örgütlerine hedef gösterdiği” iddiasıyla yargılanmış ve beraat etmişti. Ancak yazarların lehine olması gereken 6352 sayılı Yasa’nın geçici 1. maddesi beraat kararının kesinleşmesine engel oldu. Yargıtay 4. Ceza Dairesi, bu “af maddesi”ni göz önüne alarak, kovuşturmanın esasa girilmeden ertelenmesi gerektiği gerekçesiyle kararı bozdu. Bozma üzerine de erteleme kararı verildi. Şener 3 yıl içerisinde benzer bir suçtan mahkûm olursa, Hrant Dink Cinayeti ve İstihbarat Yalanları davası yeniden başlayacak.

 

 

“Big Boss”

 

 

Gazeteci Mustafa Hoş, Big Boss adlı kitabı nedeniyle, kitapta adı geçen Hasan Yeşildağ tarafından basın yoluyla hakaret ve iftira gerekçeleriyle savcılığa şikâyet edildi. Yeşildağ ayrıca yazara ve kitabın yayıncısı Destek Yayınları’na 20.000 TL’lik manevi tazminat davası yöneltti. Soruşturma ve dava sürüyor.

 

 

“Askere Gitmeyin Çünkü...”

 

 

Kolektif bir çalışmanın ürünü olan Askere Gitmeyin Çünkü… kitabı yayınlanmadan “halkı askerlikten soğutma” suçuna konu oldu. Genelkurmay Başkanlığı’nın bu çalışmayı da içeren askeregitmeyin.com sayfası ile ilgili yaptığı şikâyet sonucu, sitenin sorumluları aleyhine ceza davası açıldı. Savcılık, sitenin sorumluları olarak gördüğü Mehmet Ali Başaran ve Ahmet Bıyıklı’nın, 6 aydan 2 yıla kadar hapis cezası getiren TCK m. 318’den cezalandırılmasını istedi.

 

381 kişinin, “Askere gitmeyin çünkü...” cümlesini tamamladığı kitap, basılı nüshanın yanında, sitede PDF olarak da yer alıyor. Sitede ayrıca vicdani ret talebiyle ilgili yazı ve afişler bulunuyor. Genelkurmay’ın şikâyetinin ilginç yönü ise, gerçekte “318. maddenin kalkmasına yönelik bir ifade özgürlüğü arayışı”nı şikãyet ederek, yine bu madde uyarınca dava açılmasını sağlamak. Genelkurmay’ın şikâyet dilekçesinde şikâyet konusu yapılan bölümlerden biri aynen şöyle:

 

askeregitmeyin.com isimli internet sitesinin anasayfasında “İfade özgürlüğünün önünde bir engel teşkil eden Halkı Askerlikten Soğutma (TCK 318) kanun maddesine ve yeni haline karşı itirazımız var. Bir kanun ile ifade özgürlüğü suç haline getirilemez. Kışlanın dışı kışla değildir. Yüksek sesle HAYIR diyeceğiz.


Şimdilik kitabın malzemesinin toplandığı web sitesi ve internette yayınlanan dijital hali dava konusu ediliyor. Basılı nüshaya ve 381 yazarına da benzer bir suçlama yöneltilip yöneltilmeyeceği ise belli değil.

 

 

“Abdullah Öcalan’ın kitabına yasak kalktı”

 

 

Kitaplar nedeniyle açılan davalar çoğalırken Anayasa Mahkemesi ifade özgürlüğü yönünde önemli bir karar verdi. Abdullah Öcalan’ın yazdığı Kürdistan Devrim Manifestosu, Kürt Sorunu ve Demokratik Ulus Çözümü (Kültürel Soykırım Kıskacında Kürtleri Savunma) başlıklı kitaba dağıtımı yapılmadan el konmuş ve kitaplar imha edilmişti. Öcalan bu karar ve işlemleri Anayasa Mahkemesi’ne taşıdı. Mahkeme oyçokluğuyla bu uygulamaların orantısız olduğuna ve Öcalan’ın düşünceyi açıklama ve yayma özgürlüğü ile basın özgürlüğünü ihlali ettiğine karar verdi (Başvuru No: 2013/409). Anayasa Mahkemesi’nin bu kararından sonra, ilgili el koyma ve toplatma kararları görevli Diyarbakır 1. Sulh Ceza Hâkimliği tarafından kaldırıldı. Bu kararın bundan sonraki benzer uygulamalarda emsal oluşturacağını umuyoruz.

 

 

Kuşatma Altındaki Gazetecilik

 

 

Terör kurbanlarıyla dayanışmanın bedeli: Cumhuriyet örneği

 

 

Çalışanları Fransa’daki terör saldırısında öldürülen Charlie Hebdo dergisinin saldırıdan sonraki ilk sayısının kapağını meslektaşlarıyla dayanışmak için köşelerine taşıyan Cumhuriyet Gazetesi yazarları Hikmet Çetinkaya ve Ceyda Karan hakkında İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığınca resen harekete geçildi ve böylesine Türkiye’de dahi ender rastlanacak bir soruşturma süreci başladı. Charlie Hebdo ile dayanışma adına dergiden bir seçki yayınlayacağını duyuran Cumhuriyet Gazetesi’nin söz konusu nüshası daha dağıtıma bile çıkamadan emniyet birimlerince matbaaya gece baskını yapıldı, TIR’ların matbaadan çıkışı engellendi. Gazetenin dağıtımı ancak, gazeteyi inceleyen savcılığın verdiği onaydan sonra gerçekleşebildi. Dağıtım yapılmadan başlayan ölüm tehditleri karşısında gazete güne polis korumasıyla başlamak zorunda kaldı. İlerleyen saatlerde Cumhuriyet’in İstanbul’daki merkezine giden tüm yollar önce araç, sonra yaya trafiğine kapatıldı. Bir yandan Emniyet güçleri gazeteyi korumak için alarma geçerken, Cumhurbaşkanı ve Başbakan yayından itibaren günlerce doğrudan gazeteyi hedef gösteren açıklamalar yaptılar.

 

Ardından resen başlatılan soruşturmaya, aralarında Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın aile üyelerinin de olduğu tüm Türkiye’den yapılan 1280 adet şikâyetin eklenmesiyle “halkın bir kesiminin benimsediği dini değerleri alenen aşağılama” (TCK 216) ve “halkı kin ve düşmanlığa tahrik etme” (TCK 218) iddiasıyla Hikmet Çetinkaya ve Ceyda Karan hakkında hapis istemli ceza davası açıldı. Gerçekte nefret suçlarını önleme iddiasıyla getirilen 216. maddenin, sadece İslamiyet’e ve Müslümanlara yönelik eleştirilere karşı kullanıldığı yönündeki eleştiriler bu davayla pekişti. Davayı açan savcının, yazarlara sorduğu “Din özgürlüğü ve ifade özgürlüğü arasında bir fark görüyor musunuz?” sorusunun ideolojik rengini verdiği dava İstanbul 2. Asliye Ceza Mahkemesi’nde devam ediyor.

 

 

Sayılar Ne Söylüyor: Yargı Muhalif Basına Karşı

 

 

Kamuoyunda 3. Yargı Paketi olarak bilinen 6352 sayılı kanunun geçici 1. maddesi ile 31.12.2011 tarihine dek “basın ve yayın yoluyla ya da sair düşünce ve kanaat açıklama yöntemleriyle işlenmiş olup; temel şekli itibarıyla adlî para cezasını ya da üst sınırı beş yıldan fazla olmayan hapis cezasını gerektiren suç”lara ilişkin soruşturma, dava ve mahkûmiyetlerin ertelenmesine karar verileceği düzenlendi. Bir “af” niteliğindeki bu düzenleme ile halihazırda soruşturma ve davalara muhatap olan pek çok yazar ve gazetecinin üzerindeki ceza baskısı gerçekten de hafifledi. Ancak hiçbir “af” gibi, bu da yapısal bir çözüm içermiyordu. Nitekim, 01.01.2012’den itibaren yine yazarlar ve gazeteciler kendilerini savcı ve yargıç önünde bulmaya devam ettiler. Soruşturma sayısını misliyle katlayan olay ise, 17-25 Aralık Soruşturmaları oldu. Bu andan itibaren, anılan dosyalarda bir şekilde adı geçen tüm siyasetçi, bürokrat ve işadamları avukatları aracılığıyla soluğu basın savcılığı kalemlerinde aldılar. Soruşturma dosyaları ile ilgili yapılan yayınların tamamı son derece sistematik bir biçimde şikâyet konusu yapıldı. Bu çerçevede yazar ve yayıncılara açılan davaları, yukarıda “Kamu Görevlilerine ve Cumhurbaşkanına Tanınan AİHM İçtihadına Aykırı Ayrıcalık” bölümünde ele almıştık. Bu şikâyetlere gazetelerin olağan yayınlarına karşı yapılan diğer şikâyetler eklenince ortaya çıkan sayılar, Türkiye’de ifade özgürlüğünün nasıl bir kuşatma altında olduğunu gösteren çarpıcı bir hale geliyor.

 

Bu çarpıcı sonuçları gösteren bir tablo aşağıda yer alıyor. Ulusal ölçekte yayın yapan Cumhuriyet, Birgün, Evrensel ve Yurt gazetelerinin hukuk bürolarıyla yapılan görüşmeler ve onlardan gelen bilgilerle hazırlanan bu tablolar, bu dört gazetenin yayınlama özgürlüklerine son 3,5 yıldır yargı aracılığıyla yapılan müdahaleleri gösteriyor. Kuşkusuz diğer muhalif/eleştirel yayın kuruluşları ile ilgili veriler olmadan manzaranın tamamını görmek mümkün değil. Özellikle Kürt meselesine odaklanan yayıncılara ilişkin bir veri olmaması bir eksiklik. Bununla birlikte, sayıların yüksekliği normal karşılanabilecek bir durumda olmadığımızı göstermeye de yetiyor.

 

 

 

 

Ceza soruşturması ya da davaları, ifade özgürlüğüne müdahalenin tek yargısal aracı da değil. Caydırıcı miktarlarda açılan manevi tazminat davaları, çoğu kez gazetenin kendisini “yalancı” ya da “iftiracı” ilan etmesiyle sonuçlanan cevap-düzeltme kararları, internet nüshalarını yöneticiler, politikacılar ve işadamlarıyla ilgili tüm soruşturma haberlerinden “temizleyen” erişimin engellenmesi kararları medyayı susmaya itiyor. Bu nedenle, ikinci bir tablo ile bu dört gazeteyle ilgili diğer yargısal müdahale biçimlerini de göstermeye çalıştık. Çıkan sonuç şöyle:

 

 

 

 

Tablo I’de dava sonuçlarına özellikle yer verilmedi. Çünkü asıl sorun, bir gazetecinin sonuç ne olursa olsun, yaptığı yayın nedeniyle, adliyeye sürüklenmesi, bir davanın muhatabı olması. Bu soruşturma ve davalar gazetecileri doğrudan hapis ve yüksek para cezası / tazminatla tehdit ediyor ve onu yıldırma potansiyeli taşıyor. Diğer yandan da, soruşturma ve davaların sayısı, buna sebep olan gazeteci aleyhine, editöründen başlayarak yayın kuruluşunun sahibine kadar ulaşan, başka bir baskı mekanizmasını tetikliyor. Bu anlamda toplam tirajı 100.000 civarında olan dört gazeteye, basın-yayın yoluyla işlenen suçlara erteleme getirilmesinden sonra geçen üç buçuk yıllık sürede açılan adli takip sayısı aşırı yüksektir. Bu sayıların hüküm sürdüğü bir ortamda gazetecilerin ifade özgürlüğünden söz etmek ise mümkün değildir; sayıların çokluğu, kararlardan bağımsız olarak bir caydırıcı etkiyi (chilling effect) doğuruyor. Bu anlamda Cumhurbaşkanı başta olmak üzere, yönetici ve siyasetçilerin, kendileri ile ilgili her haberi, her yorumu adliyelere taşıması, bu “caydırıcı etki”nin bizzat istendiğini gösteren bilinçli bir tutum. AB kaynaklı raporlarda da eleştirilen bu siyasi kültürün, sona erdirilmesi esasta yine siyasetin işi. Bununla birlikte, AİHM içtihadının eksiksiz biçimde uygulanması halinde, bu davalardan gazeteciler aleyhine çıkacak olumsuz karar sayısı kayda alınmayacak oranlara düşebilir. Ancak böylesi bir uygulamanın kökleşmesi durumunda, yayıncılar ve gazeteciler kendilerini güvence altına alıp, üzerlerindeki yargısal süreçlerin baskısından bağımsızlaşabilirler.

 

Tablo II ise 17-25 Aralık Soruşturmalarından sonra kurulan sulh ceza hâkimlikleri sisteminin, ifade özgürlükleri için ne denli tehlikeli olduğunu somut biçimde gösteriyor. Cevap-düzeltme ve erişimin engellenmesi kararlarına yapılan itirazlar üzerine bu sistemde ifade özgürlüğü lehine karar alınmasının neredeyse imkânsız olduğu sayılarla somut hale geliyor. Ne yazık ki bu somut verilere karşın, Anayasa Mahkemesi sulh ceza hâkimlikleri sisteminin Anayasa’ya aykırı olmadığına karar verdi. İfade özgürlüğüyle birlikte, Sözleşme’nin 6. maddesinde yazılı Adil Yargılanma Hakkını da sistematik biçimde tehlikeye düşüren sulh ceza hâkimlikleri sistemine siyasi irade tarafından derhal son verilmelidir.

 

 

Yayın Yasakları

 

 

Gazeteciliği kuşatma altına alan, tüm medyayı zehirleyen başka bir sorun ise yayın yasakları. Temmuz 2014’te Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, CHP Genel Başkan Yardımcısı Sezgin Tanrıkulu’nun soru önergesine verdiği yanıtta, 2010’dan o güne mahkemelerce toplam 149 yayın yasağı kararı alındığını açıkladı. Gerçekten de son yıllarda kamuoyunun ilgi alanına girmiş soruşturmaların neredeyse tamamı için yayın yasağı kararı verildiğini görüyoruz: Roboski katliamı, 17-25 Aralık soruşturmaları, MİT TIR’ları, Bingöl’de şehit edilen polislerle ilgili soruşturma, Şike soruşturması, Hakkari’de 3 askerin şehit edilmesiyle ilgili soruşturma, 52 kişinin öldüğü Reyhanlı bombalı saldırısı, IŞİD’in konsolosluk baskını, Dışişleri Bakanlığı’ndaki dinleme… Son olarak dört bakanla ilgili Meclis Soruşturması kapsamında verilen yayın yasağı ise öncelikli inceleme talepli bireysel başvuruyla Anayasa Mahkemesi’ne taşındı. Anayasa Mahkemesi ne yazık ki verdiği “ihlal yok” kararıyla, yayın yasakları konusunda olumlu bir emsal oluşturma imkânını da harcamış oldu. Anayasa Mahkemesi ya da AİHM’nin kamuoyunda bilinen bir yayın yasağı kararıyla ilgili olarak ayrıntılı bir ihlal kararı vermesine dek, bu yayın yasaklarının devam edeceği anlaşılıyor. Bu kamuoyunun bilgi alma hakkını, medyanın da asli görevi olan haber verme hakkını yok sayan uygulamaya karşı büyük medyanın sessizliği ise durumun ne kadar vahim olduğunu gösteriyor.

 

 

Tutuklu Gazeteciler

 

 

Tutuklu Gazetecilerle Dayanışma Platformu’nun saptamasına göre 3 Mart 2015 tarihi itibariyle Türkiye cezaevlerinde tutuklu ve hükümlü bulunan gazeteci sayısı 22. Bu sayı gerçekte Türkiye’de ifade özgürlüğünün içinde bulunduğu duruma dair önemli bir veri. Tutukluların büyük çoğunluğunu Kürt gazeteciler olması gösteriyor ki, Türkiye’de Kürt meselesi medyada hâlâ gerçek bir çoğulculukla ele alınmıyor, tartışmanın bir tarafı tutuklama gibi çok ağır bir tedbirle susturuluyor. Bu nedenle eylemi düşünce açıklamasından ibaret olan tüm tutuklu gazetecilerin derhal serbest bırakılması ve ileriye dönük olarak hapis tehdidinden kurtulmaları gerekiyor.

 

Sonuç olarak, gazeteciliğe, medyaya yönelik kuşatma bu şekilde sürdükçe, bir ifade özgürlüğünden, dolayısıyla bir yayınlama özgürlüğünden söz edilemeyeceği açık. Böylesi bir ortamda demokratik çoğulculuğun sağlanması da mümkün değil. Gazeteciliğin içinde bulunduğu tehdit ve tehlikeyi yaşamsal önemde görüyoruz.

 

 

Görsel: Can Çetinkaya

 

Yarın: "Sosyal Medya: Parmağın Ucundan Cezaevine"

 


 

>>> Yayınlama Özgürlüğü Raporu - 1

 

>>> Yayınlama Özgürlüğü Raporu - 3

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Haber Yazıları

İstanbul Uluslararası Edebiyat Festivali (İTEF) İtalya Özel programıyla sanatseverlerin karşısına çıkıyor. 23-27 Ağustos 2021 tarihleri arasında ekranlara gelecek olan etkinlikler sayesinde İtalya'ya ve İtalyan edebiyatına uzanan yeni bir yol açılacak.

 

 

Sanat Kritik’in yeni podcast serisi, Seval Şahin’in editörlüğünde dinleyicilerle buluşuyor. “Yaz Sıcağında Bir Esinti” başlıklı serinin ilki 120. doğum yıldönümü vesilesiyle Ahmet Hamdi Tanpınar’a ayrıldı. Dergâh Yayınları’nın desteğiyle hayata geçen projeye farklı alanlardan birçok yazar, şair, sanatçı ve akademisyen katıldı.

Kültür Sanat Şehir dergisi Z, 5. kez okur karşısında. Zeytinburnu Belediyesi tarafından yayımlanan tematik dergi, “kütüphane” konusunu mercek altına alıyor. 508 sayfa boyunca insanlık tarihinin bilinen en eski dönemlerinden günümüze kadar farklı kültürlerde kütüphanenin seyri, kütüphanenin unsurları, kütüphaneciler, kütüphane sahipleri ve kütüphane literatürü inceleniyor. 

Türk edebiyatının usta ismi Sait Faik Abasıyanık'ın hatırasını yaşatmak amacıyla her yıl bir öykücüye verilen "Sait Faik Hikâye Armağanı" bu kez Şermin Yaşar'ın oldu.

 

Sosyal medya paylaşımları, konuşmalar, anketler, veriler gösteriyor ki pandemi günlerinde evde geçen zamanın ciddi bir kısmını kitaba ayırdık. Türkiye ve dünya genelinde İNSAMER'in yaptığı araştırma kitap yayımı ve okuma oranlarındaki artışa odaklanıyor. Kitapyurdu ve Idefix sitelerinden alınan veriler de korona istatistiklerine katkı sunuyor.

 

 

 

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.