Türk sinemasının "Çirkin Kralı" Yılmaz Güney’in cezaevinde yazdığı ve daha önce yayımlanmayan bazı mektupları, memleketi Adana’da Sinema Müzesi’nin açılış hazırlıkları sırasında ortaya çıktı.
Adana Erkek Lisesi’nde birinci sınıfı birlikte okuduğu arkadaşı emekli coğrafya öğretmeni 75 yaşındaki Yavuz Pağda’ya cezaevindeyken yazdığı mektuplarda Yılmaz Güney, o döneme ait çeşitli güncel konulara değiniyor ve yaşama bakışına ilişkin duygularını kendi el yazısı ile yansıtıyor. Müze, 23 Eylül’de Altın Koza Film Festivali kapsamında açılacak.
Yılmaz Güney’in, Adana Erkek Lisesi’nde birinci sınıfı birlikte okuduğu arkadaşı Yavuz Pağda’ya Selimiye Cezaevi’nden yazdığı mektuplar, gelecek hafta açılacak Adana Sinema Müzesi’ne bağışlandı. Yılmaz Güney’in Türk sineması, filmleri, Adana Demirspor ve bazı siyasi gelişmeleri değerlendirdiği 9 ayrı mektubu müzeye bağışlayan Yavuz Pağda, çok özel konuların anlatıldığı mektupları müzeye vermediğini belirterek, "Onun sadece yaşama bakış açısını anlatan, Yılmaz Güney’i cinayet zanlısı olarak göstermek isteyenlerin yanıldığını gösteren mektupları verdim. Türkiye’de Yılmaz Güney’in kıymeti bilinemedi" dedi.
Merkez Seyhan İlçesi’ne bağlı Cemalpaşa Mahallesi’nde eski eşyaların bulunduğu bir apartman dairesinde tek başına yaşayan evli ve 2 çocuk ve bir torun sahibi Yavuz Pağda, eşi ve çocuklarının İstanbul’da yaşadığını söyledi. Yılmaz Güney ile 1952-1953 yılları arasında Adana Erkek Lisesi’nde birinci sınıfı birlikte okuduklarını belirten Yavuz Pağda, "Yılmaz ile okuldan yakınlığımız vardı. O okuldayken daha çok edebiyatla, ben ise sporla ilgileniyordum" diye konuştu.
İşte Yılmaz Güney'in mektuplardan birkaçı...
MEMLEKET ÖZLEMİ
5 Ekim 1972
Kışın ilk belirtileri başladı. Üşüyoruz artık. Bir zamanlar mahpushane edebiyatının malı saydığımız yün çoraplara, uzun donlara vs. ihtiyacımız olacağa benzer.
Adana şu günlerde ne güzeldir, ne yoğundur kim bilir. Pamuk tarlaları, kamyonlar, traktörler, fabrika önleri, köylüler ve senin yazlık sinema bahçeleri.... Orada da serinlik tatlı bir ürperti olmaya başlamıştır geceleri. Şimdi Adana’yı özlüyorum... Toprağa, denizi, tuzu, faytonları (kero safari)... Hatırlıyorum da o saat kulesinin sabaha karşı vuruşları nasıl da hüzünlü bir yankı yaratırdı içinde.. Sonra kumrular... Ne zaman bir kumru gelse aklıma, lise çağlarımın çocuksu, özlem dolu pırıltılarını düşünürüm. Ne çok isterdim Adana’ya geldiğim zaman yalnız dolaşmayı. Okulumu görmek, sokaklarında tek başıma, bilinmeden gezinmek, kabak çekirdeği, kaynamış mısır yemek, otobüse binmek, kanalda yüzmek vs. Bütün bunlar benim için kaçırılmış bir trendir Yavuzcuğum. Mektuplarını zevkle izliyorum. Sık sık yazmadığım için gücenme. Selam, öperim.
ON AYDIR KAFAMI PATLATAN SORU
21 Aralık 1972
Maddi ve manevi her şeyin kaynağı halktır. Sarayları yapan ve yıkan o... Toprağa eken, biçen, mezarları kazan, gül fidanını budayan, tarihleri yaratan o. Hep o... Sanatın yaratıcısı da odur... Halktır...
Değerlendirmeleri bu açıdan yaparsak, doğrular, iyiler, kendiliğinden ortaya çıkar. ’Yaralı Kurt’, ’Irmak’, ’Cemo’ böyle bir süzgeçten geçirilmelidir. Filmleri bilmediğim için bir şey söyleyemeyeceğim. Yalnız; bir sanatçı ülkesinin sosyo-ekonomik ve siyasal yapısının dışında düşünülemez. Çünkü, halk ve etkilerin dışında değildir. Çünkü, halk gerçeğin kendisidir. Gerçeği yaşayan ve yansıtandır. Sanatçı, ona ne kadar yakınsa, özdeşse, başarıya ve gerçeğe o kadar yakındır. Oysa biz bu fakir halkın cebindeki bir liracığı kapmak için yılda üçyüz film yaparız. Onu aldatmak, gözünü boyamak için akla gelmedik hikayeler uydururuz... Ağlarız, güleriz, uçarız... Krallarımız, kraliçelerimiz, orospularımız ve pezevenklerimizle, abraka-dabrayı bile şaşırtacak hokkabazlıklarla garibin cebindeki liracıkları çalarız.. Ve o bir liracıklar sinemaya, işletmeciye, reklamcıya, filmciye paylarını bıraktıktan sonra biz sanatçılara da yüz binlercesini bırakır. Gazete sayfalarını süsleriz her gün... Apartmanlarımız, otomobillerimiz, katlarımız... Nasıl yatarız, nasıl kalkarız, kaç numara ayakkabı giyeriz, hangi çiçeği severiz. Sevgililerimiz, jigololarımız, şapkalarımız, bacaklarımız, kalçalarımız ve de aptallıklarımız... Bütün bunları yaşatan bir liradır ve onun kaynağı halk.. Zavallı halk.
Bütün filmleri işte bu açıdan değerlendir. Bir liraya ne kadar yalan satıyoruz... Kuruş başına ne düşüyor? Kuruş başına bir yılda kaç zavallı barlara, payvonlara ve daha aşağılara düşüyor. Kaç delikanlı hapislere?... Kaç yuva yıkılır?.. Çünkü onlara gerçekleşmesi imkansız özlemler götürürüz, yalan söyleriz... Bundan nasıl kurtulunur? Nasıl iyi film yapılır? Halkımıza nasıl faydalı oluruz? İşte on aydır kafamı patlatan, uğraştığım soru... Nasıl? Yeni yılın hepinize uğur getirmesini dilerim.
Selamlar.
FİLM YAPAMAYINCA EN KOLAY İŞ UKALALIK
25 Ocak 1973
İnsana, hayata bakarken amacımız onu temellendiren, biçimlendiren ’gerçeği’ kavramaktır. Burada karşımıza çıkan en önemli sorun budur. ’Gerçek’ nedir? Nedir bizi konuşturan, düşündüren, kavga ettiren, iyi olmaya zorlayan, neşelendiren? Nedir bizi hesaplı yapan, korkutan, endişelendiren? Hangi güçtür trenleri saatinde hareket ettirmeyen, suları akıtmayan?.. Binlerce şey sayabiliriz.... Nedir bunların sebebi, hareket ettiricisi, durdurucusu?
İşte son aylarda kafamı kurcalayan soru... Gerçek.... Sosyal gerçek... Maddenin, insanın ve doğanın gerçeği... Sanatımın hareket ettiricisi, yönlendiricisi de bu olacak işte... Türk toplumunun sosyal gerçeği...
Şu sırada Türkiye’de, hatta dünyada kimsenin iyi film yapacağına inanmıyorum... Çok büyük bir iddia belki... Ama mektupla bunu anlatmam imkansız... Bir gün, dünyanın en güzel fimlerini biz yapacağız.... Öyle bir gün gelecek ki; Türkiye sanatın, kültürün en yoğunlaştığı, örnek bir ülke olacak... Göreceğiz bunu...
’Gökçe Çiçek’ Akad ustanın değişmez sinema anlayışının ürünüdür... Her insan, her bölge, her konu kendine ait bağların bir sonucudur. Akad usta, bunu göremiyor. İnsan yapısını belirleyen esasları kavramıyor... Onun için biçimsel olmaktan kurtulamıyor. Epey ukalalık yapıyorum, değil mi? Eh, film yapamayınca, en kolay iş ukalalık oluyor...
Haber: Yusuf Baştuğ - DHA
Yeni yorum gönder