Önce yazıyı keşfettik. Bu, tam üç aşamada değişen kültürün ilk aşamasıydı... Yazının keşfi belleğin öneminin talileşmesiydi. Ve de şiirin yitimi. Çünkü sözel kültürde her şey şiirdi; ses uyumu, tekrarlamalar, mecazlar ve ritm, hatırlamak demekti. Yazılı kültürde ise anımsamak için belleğe ihtiyaç duyulmuyordu, yani şiire… Sonra matbaa ve fotoğraf geldi. Doğayı tekrarlamak, doğayı yorumlamak olan sanatçının rolü tümden değişti. Bu, el becerisi önemini yitirirken düşüncenin yükselişe geçişiydi. Ve son aşama, son değişim: Dijital teknoloji. Artık betimlemeye gerek yok. Betimleme kalkınca sembol de yok oldu. Dijital sistemde biçim ve anlam ilişkisi tamamen kopuk. Biçim ve anlamın arası açıldıkça etik de kopmaya başladı. Her şey her anlama gelebiliyor ve yavaş yavaş anlam yok oluyor…
Peki sanatta anlam ve etik? Jale Nejdet Ersen, bu sorunun cevabını estetik kavramı içinde arıyor “Çoğul Estetik” adını verdiği zihin açıcı çalışmasında. “Çoğul Estetik”, sanat ve sanattaki estetik kavramı üzerinden yapılan kültürel bir okuma. Erzen çalışmasının ilk bölümünde sanat tanımlarını güzellik ve hakikat kavramları üzerinden anlatıyor. Anlatısının can alıcı kısmını oluşturan “Sanatın temsil mi ettiği yoksa gerçekleştirdiği mi”, sorusu ile de bu noktada bizi Batı ve Batı-dışı kültürler arasında bir karşılaştırma yapma yoluna sevk ediyor.
Batı’da sanat düşüncesinin sistematikleşmesi 18. yüzyılda Aydınlanma dönemiyle ilişkilendirilir. Çünkü bu dönemle birlikte “o zamana kadar tanrı kavramının doldurduğu tinselliğin artık sanat ve güzellikte aranması ve bunun için inandırıcı bir tartışma geliştirme gereksinimi” doğar. Aydınlanma insanın kendini sanat yoluyla sorgulamasını, bu da insanın yine kendine dönük eleştirel düşünce tarzını geliştirmesini sağlamıştır. Bu, benlik bilincinin geliştirilmesidir. Benlik bilincinin gelişmesi ise diğer yanda “öteki”nin yaratılması demektir. “Doğa”dan, “diğerleri”nden bilinç düzeyinde ayrılma, parçalanma ve yabancılaşma… Batı-dışı kültürlerde ise sanat, içinde bulunduğumuz evrenin ve dünyanın peşindedir, daha doğrusu evren ve dünya ile bütünleşme peşinde. “Bilgi kesinliği değil, deneyim kesinliği söz konusudur ve bu anlamda birey dünyayı aklıyla değil, yüreğiyle algılar, tanır.”
Erzen bu noktada Batı-dışı kültürlerde sanatın dünyayı anlamak üzere kullanımına dikkatimizi çekiyor. Doğu’da sanatın dünyayı anlamaktan da ziyade, dünyanın güzelliğine, niteliğine katılmanın bir vasıtası olarak kullanıldığına… Yine bu noktada karşımıza çıkan bir diğer belirgin farklılık ise, gerçek dediğimiz şeyin değişkenliği sebebiyle zaten yakalanamaz bir şey olduğu düşüncesi. Bu düşünce Doğu sanatını açıklama yapmayan, buna karşılık betimlemelere yer veren bir sanat anlayışına yönlendiriyor. Ve işte bu anlayış da Doğu sanatını Batı sanatında olduğu gibi sistematik bir analizden uzaklara, çok uzaklara götürüyor.
Doğu ve Batı’nın birleştiği nokta
Peki bu ayrışmanın, bunca farklılığın bir ortak noktası yok mu? Yazara göre var. Bugün gelinen noktada, özellikle çağdaş sanattaki arayışlarda Doğu’nun bütünleşme çabası ile Batı’nın, iyi ahlak, güzellik ve hüküm sürme idealinin gerçekleşebilme aracı olarak önerdiği, egodan bağımsızlaşma yolu temelde aynı. Üstelik günümüzde güçlenen yeni bir eğilim de bu birlikten yana gibi : “Ticari kuruluşlar tarafından desteklenen sanat, bu desteğin kontrolünden bağımsızlaşabilmek için giderek daha ezoterik, daha metafizik, daha enigmatik olmaya çalışmaktadır. Son yılların dijital teknolojileri, video ve dijital kameraların kolaj teknikleri bu tür üstgerçeklikleri tasvir etmekte çok yetkindirler. Neticede bilimselliğin yarattığı yeni medyalar, bilimselliğin ve onu destekleyen ticari güçlerin karşısında, aynen Doğu’nunki gibi bir direniş yaratmaya yönelmektedirler ve ifade tarzları giderek Doğu’nun sanat felsefesine yaklaşmaktadır.”
Jale Nejdet Erzen, bu tartışmalar ekseninde Türk sanatının da, biçimsel olarak Batı’dan etkilense de, -bizdeki modernleşmede nesnel gerçekliğin teknik bir gereksinim olarak kabul edildiğini- düşünsel olarak kendi öz algımızın bir şekilde koruduğu düşüncesinde. Türk kültürünün temelindeki egoyu geriye çeken anlayışın Türk sanatına da her şeye rağmen yansımış olduğunu söylüyor.
Gelelim yeniden en başa. Anlam yok olursa sanat ne yapar? Her şeyden önce anlamın yok oluşu düşüncesi de elbette sanata ait. Çoğulcu yaklaşımlardan uzaklaştıkça anlam önce mutlaklaşıp sonra yok oluyor. Jale Nejdet Erzen gibi çoğulcu yaklaşımlara kucak açan yazarların, sanatçıların düşünceleri ve yapıtları da zaten bu nedenle bu kadar önemli. “Çoğul Estetik”i görmezden gelmemeli…
Yeni yorum gönder