Riitta Cankoçak
bilmece
kadın derin bir devlettir
atlarla gider
yosunlarla döner her gece.
kış bahçeleri sever gibi yaşamaktan ,
vakit bulamıyor ,
gül kokması gereken gecenin hakaretini
dinlemeye.
dayanılmaz anlara binerken
damarlarının mavi meleği
biliyor,
dipten yükselen ağıt tehlikeli.
gün doğarken tam,
soruşturma açılır.
çturicek çicek. kördür aydınların gözleri,
konuyu kapatmadan
konuşuyordur, söylüyordur, anlatıyordur
dır da dır dır, yapıyordur da
sesini çıkarmadan
ve dağınık dudaklarının beşiğinde devrim
kedi gibi büzülecek cümle ararken
“gitme”
yalvarır
“burada sev”
gidilecek yer
ölümdür.
aklını alır.
aklı gider
ve en kötüsü aklında kalır
terk edilmiş tarih.
dehşet dolu bir depodur zaman
darbenin soğuk teri
lalelerin nüvelerini yok ederken
utanç çiğ çiğ buharlaşır.
evi yok hayatın. evren de öksüz
yüzsüzlüğün koynunda
yüzünü yıkar yargının
çaktırmadan.
üç boyutlu efendinin büyüğü taşta değil,
ilk taşı atanın elindedir.
ey, şu efendiler bir türlü paslanmıyor,
ama
amalar her zaman geç uyanır.
çünkü bir neden bulamıyor kendi şaşkınlığına.
küçüklüğünün farkında olmak bir kök değil midir,
bir çekirdek kadar olmak? ya da deniz, tek bir yaş.
ve sonrası ama
tek tek tek olunca,
bir yağmur olamaz mı, ama.
o zaman seç! ya deniz ol, ya da gemi!
ve gör
nasıl çözülür kendiliğinden halatları
yoksul düşüncelerinin.
çünkü deniz paslanmaz ki.
ama hala ama
su, neden orada var, burada yok.
neden uzakdoğu uzaktayken batı bu kadar yakında
ya da nedir ki bir ülke
bir candan başka
aşktan aşka akan af
gemisiz kalmış kaptanların dermanı
şapkalarında sakladıkları mehtap.
parlıyor mu? parlıyor
ama sabah da uyanıktır sonuçta.
niyetlendiğinde doldurur
karanlıktan kalma sevgililerin
çıplak karınlarını.
kaldırıyor gümüşten derilerini .
''saatlar olsun'' biri hala seviyor demek. ''saatlar olsun.''
neymiş sevmek, kimin hediyesi
aydan her gece boşluğumuza düşen
bulamadığımız bir bilgi mi.
bağrındaki ışık kimsenin değil
ama kimsesizler herkesindir.
yalnızlık
atlarla gider, yosunlarla döner. Her gece.
çevreden çevreye.dolaşır.kenarların etrafında.
ki
içi duruyor. özgürlük bir yere kıpırdamıyor.
yoksa
vah vahların vadisinde
kah kah kahvesinde
tutkusu tutuklanırken
simitin boşluğunda göbek atarken
susmak üzeredir soba.
vatan soyunur soyunur soyunur,
terlik arar, terlik terlik.
çaydanlık yakalanır. eyvah. çay var. çay çay çay
taşfırın erkeği karpuzcunun karısıyla bir şeyler pişiriyor
dantel dantel simalarda
aşk dolması yaparlar, zeytinyağlı.
ama
kaçıncı tanrı misafirliğimiz
saymadık diye
şahane şehirlerde
kargalar köpürüp kurgusuz,
saçmaların suskun zehri
caddelere dökülürken
akrepler
yanarken
sanrıların yaladığı vücutlarda
o eski hasretin tuzağına düşmüşler
derken
yanıt var da
soru yok
ki bazı ırklar daha beyaz
tarih hin, hain ve uzak
ve küçümsemelerin gövdelerinde demlenmiş
bilmecenin
cevabı yine de
sen olursun…
sabah ısrarlıdır, ayak izlerinde
dalgaların da savunmasıyla
doğururken
bir daha memleketi
harlı bakışında gözbebeğinin yunusu,
bildiğimiz bu dünyadır!
O, güzel de olabilirdi…
GÖÇMEN KUŞUN SENFONİK ŞARKISI
Riitta Cankoçak; bir göçmen, bir göçebe; dünyayı dolaşıp Anadolu’ya göçmüş. (Yazıda bundan sonra Riitta diye geçecek. Tanıdığımdan değil, bu adın ana dili Fince’nin anısını taşıyan bir sesi olduğu için.) 19 yaşından bu yana dilden dile geçmiş, sonunda Türkçede kendine yeni sığınaklar bulmuş bir şair. Türkçede iki şiir kitabı yayımlandı: İlkinin adı onun halini açıklıyor: “Göçmen Kuş” (Adam Y. 2004). İkinci kitabı Hurilere Mektuplar (2011, Yasakmeyve Y.) İlk kitabında tedirgin bir kuş gibiydi, yabancı bir diyarda olmanın, başka bir dilde yazmanın tedirginliği; ama ikinci kitabında bu tedirginliğini de aşmış, Türkçe ile dans edebilecek, senfonik bir metin oluşturabilecek kadar yetkinleşebilmiş. Dahası var: Riitta’nın Fince’den göçüp Türkçeye konduğu ve getirdiği imgesel ve tematik muştular var. Bunları görmek, değinmek, değerlendirmek Türkçe yazanların boyun borcu. Biz şimdilik “bir dilden bir dile göçmek” konusuna bir daha dönelim.
Yeni bir olay değil kuşkusuz bu göç. Babil Kulesi artığı dünyada, baskıyla ya da “efendi”nin dilini içselleştirmenin sonucu anadilinden başka dilde yazan şair ve yazarları tanıdık. Bunlarla birlikte başka dile iltica etmeyi gönüllü seçmiş göçmenleri okuduk. Birinciler hakkında bir dönem epeyce sert tartışmıştık. (Yasakmeyve Dergisi, sayı 6 ve açtığı tartışmaları kastediyorum). Bu tartışmaya Orhan Koçak dünyanın bazı şair-yazarlarını hatırlatarak şu sözlerle katılmıştı: “Mesela Polonya kökenli Guillaume Apollinaire, 20. yüzyıl Fransız şiirinin en büyük temsilcilerinden biri değil miydi; Avusturyalı şair Rilke, bazı en güzel şiirlerini Fransızca yazmamış mıydı; yine Polonya'dan gelen Joseph Conrad, geçen yüzyılın en büyük İngiliz romancılarından biri olmamış mıydı; ve İrlanda kökenli Samuel Beckett önce İngilizce yazarken sonradan Fransızcaya geçmemiş miydi, vb.
Bu örnekleri öne sürenlerin görmediği, belki görmek istemediği gerçek şudur: Anılan yazarların hepsi de -bireysel psikolojik güdülenmeleri ne olursa olsun- anadillerinden başka bir dile özgürce, kendi istekleri doğrultusunda göç etmişlerdir. Bu şair ve yazarların anadilleri, doğdukları ve en azından bir süre yaşadıkları ülkede, herhangi bir devlet baskısının, resmi bir yasaklamanın hedefi olmamıştır.
Öte yandan, dilsel göçlerin, parlak ve hayırlı sonuçlar verse bile sebepleri açısından her zaman bu kadar sorunsuz olmadığını da biliyoruz. Sözgelimi Chinua Achebe gibi bir Afrikalı romancının İngilizce yazıyor olması, yaşadığı kıtanın kolonyalist istilaya maruz kalmasından bağımsız olarak düşünülemez. Ama bu bile gerçeğin tamamı değildir ve her şey "baskı ve sömürgeleştirilme"ye indirgenemez: Afrika istila edildiğinde, kuzeydeki Arap toplumları dışında, kıta halklarının birbirleriyle iletişimini sağlayan bir yazılı edebiyatları yoktu. Bugün Doğu Afrika'da Swahili (sahil) dilinde yazmayı "seçen" şairler var - ama bu dil de o topraklara kolonyalistlerin yanında gelen Alman ve İngiliz dilbilimcilerin çalışmalarıyla saptanıp kodlanmış ve bir yazı dili haline getirilmişti.
Baskı ve zorunlulukla özgürlüğü birbirinden ayırmak o kadar kolay olmayabiliyor, hele sanatlarda ve entelektüel üretimde. Bu noktada Ahmed Arif ve Cemal Süreya için söylenebilecek şey, kendilerine dıştan dayatılan bir mecburiyeti muhteşem bir özgürlüğe dönüştürebilmiş olmalarıdır. Öte yandan şunu da düşünebilmeliyiz: Anadilimiz bile bize dışardan dayatılmıştır, onu sonradan öğrenir, öğretiliriz; ve büyük şiirin yaptığı işlerden biri de aşinalığı kırmak ve dilin, her dilin, bu nihai yabancılığını, "ecnebiliğini" bize hissettirmektir. Şüphesiz, bunun özgürce yapılması, bir özgürlüğün sonucu olması gerekir. Ama işte, özgürlük de bazen sebep değil sonuç olabiliyor - Cemal Süreyya Seber'in adındaki bir "y" harfini düşürmesi gibi.”
Bu uzun alıntıyı bir kenara not edip biz Riitta’ya dönelim şimdi: Riitta’nın bir zorunluluğu yok çok şükür Türkçe yazmaya dair; özgürce seçtiği, dahası sevdiği bir dil olmuş. Sevinç veren bu da değil aslında; sevinç veren bu dile getirdiği yeni tatlar. Öncelikle, bu “göçmen kuş”, kuşlağını belirleyerek gelmiş. Bu yer bir vaha, onun deyişiyle “vahim bir vaha”): Huriler vahası. Hurileri kültürel kodlarından arındırırsak en geniş anlamıyla “Kadınlar”ın vahası, kadın kuşlağı. Keder vahası. Erkeklere göre “kuşlak” av kuşları bol olan eşsiz bir av alanı. Burada avcının silahı, yalan, riya, baskı, şiddet ve aşk adına öldürücü tutkular. Bu vahada avcı ile av karşı karşıya, gündelik bir mahşer yeri. Bu kez bu kuşlakta “Huriler”in çığlığına yeni bir ses katılmış, Riitta’nın sesi.
Bu sesi, Susanne Vega’nın sesine benzetenler çıkabilir, ben onlardanım. Sözcükler usul usul, müzikal bir ritimle damla damla düşüyor sayfalara ve yüreğe. Şöyle de betimlenebilir: Buzdan kılıçlar oluşturmuş kar ve soğuktan sonra güneş açmış ve ışıklı damlalar damlıyor buzlardan. “Dil sıvı olsaydı içinde heyecan olurdu” diyordu şair-müzisyen Vega. Ama dil her yerde katı ve Riitta bunu hissetmiş olmalı ki, o katılığı erite erite, yavaş yavaş, dura dura akıyor. Dildeki katılığın kabuklarını soya soya. Bu katılığa karşı kendince karşı koymak için başvurduğu lirik ritimse, her dilde var olan ve bir harf değişimiyle anlamı başkalaşan, bir sesi başka bir sese ulayan iç ses çağrışımları. Buna çok sık başvurmasa da (“milenyum şairleri”nin fazlaca, dahası rap şarkı sözlerini andırır biçimde yaptıkları gibi değil asla), kullandığı yerlerde hareket (ve ironi) katmak istediği anlarda kullanışı, onun ses tutkusunu hissettiriyor. Bir örnek: “bir yer ki / gönül görür göz görmez /vah vah /vahim bir vaha”.
Riitta, hepsi kararlı bir akışta oluşmuş kitabında, Hurilerin vahasında, hem hurilere ve hem de avcılara ses veriyor. Hurilere sözü, kendisinin de içinde olduğu kadın yaşamının kapalı kalmış dünyası. Gözün kirlenmesi (“kir” onun imgesi) sonucu, apaçık olduğu halde görülmekten uzak hayatları. Erkek avcılarsa, umutsuz vaka; hiddet, şiddet, bönlük ve dehşet bolluğu içinde yaşayan, egemenliğin yarattığı nobranlığın sonucu anlayış yoksunluğundan kendi evreninde hapsolmuş varlıklar. Bu iki cinsin yaşantı toplamından kederli bir insanlık durumu doğuyor ve Riitta bunu yazıyor.
Kitabın iç sızlatıcı havası böyle. “Acı her zaman /sandığından da yakın.” Riitta bu insanlık gerçeğini Dante’nin İlahi Komedya’sında kalmış üç dizeden devam ediyor gibi: “Yolumuz yine uzun sürmedi / Kadın bir ara benden yana döndü / ‘Kardeş bak ve dinle” dedi’. Bu sözleri Matelda söylemişti Dante’ye. Riitta’nın şiiri Matelda’nın bu sözünden başlıyor; ama bir çavma var, yeni kadın Huriler’e sesleniyor. (Helikon dağının perileri mi yoksa?) Onu duyacak erkek Dante kalmamış ama yine de aynı dünyada yaşıyoruz; “dünya güvercinin kötü rüyası” olsa da “başka hayat yok”. Riitta, göçmen güvercin, içeride ve dışarıda yaşanan hayatların içinden geçerek süzülüyor. Pencerelerden değil yüreklerden, sokaklardan değil odalardan, evlerden değil bakışlardan, vaadlerden değil duruşlardan, ideallerden değil oluşların içinden uçuyor senfonik sesiyle. Hangi dilde yaşarsa yaşasın, dilden öte, dilin örttüğü dünyanın içindeki sıcağı arayan bir göçmen. Diyor ki: “ama milletler,/ halklar,/ yurtlar,/ her yerde kelimesiz de konuşur,/ rüzgârsız da şarkı söyler /ve sever ışığı ekenleri.” Umudunu şöyle bağlıyor Riitta: “ve gölgelerin ağlarını kovar / ve herkes kendi efendisi olur. /herkesin bir evi olur / kendi yüreğinde.”
Matelda’yı dinleyen Dante, karşılık istemişti ondan. Karşılığı çok sertti Matelda’nın, azarlayıcıydı: “Parlak ışıkları görmeye can atıyorsun da, arkasından gelene neden bakmıyorsun?” Riitta’nın vereceği karşılık şu olabilir mi? “Hurilere mektuplar” Türkçe hissedilerek yazılmıştır. Bundan sonrasını Türkçe yazanlar, okuyanlar, düşünenler düşünsün.
güzel şiir kutlarım
Riitta'yla yeni tanıştım. hikayesini ilginç, şiirlerini başarılı buldum...
Yeni yorum gönder