CÜMLE HAYAT
Soner Demirbaş
eski yeni hayatın sancısıdır bir cümle
bir cümlenin gövdesini sırtında taşır
yağmur suyun isyanıdır belki de
gül kırılır diken içinde kalır
geceye nazı geçmez de kelimenin
gitgide ayın esrik yüzü suya yazılır
kağıda döker sırrını kurgusuyla bir ağaç
gölgesinde biraz aksak biraz ağır
ağır bir coğrafyanın iç atlasında
kırmızı harflerle adım adım keşşaflar
yeni hayatın sancısıdır eski bir cümle
bir cümlenin sırtında gövdesini taşır
ŞİİR DOĞAYA BAKARAK YAZILINCA
Şiir, bir yandan gündelik sözün arasında kendine alan açmaya çalışırken, bir yandan da yazının en kuytu yerlerinde yaşam bulmaya çalışıyor. Hep böyle miydi? Araştırmaya değer bir konu. İkinci Yeni şairleri yazana kadar şiir, daha çok, en geniş anlamıyla sözün etkisindeydi. Söz etkisi, neredeyse gündelik dilin sözcükleriyle kuruluyor, herkesin hemen anlayabileceği bir algı, bir espri, bir jest alanında geziniyordu. “Herkesin algısı”; işte bu bir kör nokta, kara delik. Örneğin Garip şairleri, tam da bu anlayışa yaslanmışlardı. (Kuşkusuz, bu genellemeyi bozan şairler de vardı, hatta ilk bozanlar da yine Garip’in iki şairi oldu, Oktay Rifat ile Melih Cevdet.) İkinci Yeni şairleriyse, doğrudan Garip’le doruğa çıkan bu gündelik söz tutkusuna bir tepki olarak varolmanın başkaldırısı olarak şiire katılmıştı. “Anadolu şiiri” diyordu öncekilere Cemal Süreya. “Bir mezarın doğurduğu iştahlı bir çocuktur Anadolu şiiri.”
Peki ya “İkinci” yeni şiir? Bu yeni şiir “Laleli’den dünyaya doğru giden bir tramvay”a binmişti artık; Sirkeci’de, Kabataş’da değil dünyanın bütün şiir duraklarında durarak bu durakları kendi yaşamına katıp yeniden yol almaya heveslenmişti bir kez. Kars ile Paris’i aynı anda düşünüyordu, İstanbul ile Moskova’yı. Nâzım’ın yaptığı gibi, dünyanın sancılı yaşamını üstleniyordu. Büyük atılımlara, şiire yeni ufuklar açacak kadar cömert ütopyalı devrimlere adanmıştı Türkçe şiir. Buna karşın, bugün bile Garip şiirinin popüler etkisini kırmak mümkün olmadı, onca mevzi kazanmış olsa da. Bugünse ne Anadolu’dan vazgeçebiliriz ne de şiirin tüm dünyayı içselleştiren yeni yaşam alanlarından. Kırşehir ile Japonya’daki Miyaki eyaletinin aynı dünya sancısına ait iki küçük parçası olduğunu anlamamak olanaksız artık. Nâzım, enternasyonal bilinciyle şiire başlamış, biz “Misak-ı Milli”de uğunurken, o çoktan dünya şairi oldu bile; bundan bizim geç haberimiz olsa da. Onun üzerinde “kömürperde” yasağına karşın, sonra gelen şairler dünyanın her köşesinin tek bir yıldızın farklı mekânları olduğunu hissedebildi. Karacoğlanlar Apolinairelerle, Pir Sultanlar Nerudalarla, Nef’iler Can Yücellerle, Temolar Cigerhunlarla, Baba Tahir Üryanlarla, Mehmet Yaşınlar Elitislerle, Seferislerle, Ahmet Erhanlar Yeseninlerle, Haydarlar Eluardlar ile dildaş oldu; ve artık kol kola, gönül gönüle şimdi.
Bu girişi Soner Demirbaş’ın şiirine bir bakış denemek amacıyla yazma gereği duydum. Çünkü Demirbaş’ın son kitabı “Yaz”, tam da evrensel yazı dünyasının, şiir evreninin içinde devinen şiirler toplamı. “Yaz” sözcüğü işlek bir mecaz olmuş Demirbaş’da, “yaz!” komutunu “oku!” yerine de kullanılıyor, başka yeni çağrışımlar için de. Şair, “şiir şiire bakarak yazılır”ın örneklerini vermeyi deniyor. Kurulmuş her yazının bir sonraki yazıya yol açtığını, bu işlemin zincirleme ya da helezonik biçimde geliştiğini bir kez daha düşündürüyor. Ama şiirin de artık nereye bakması gerektiği üzerine düşünerek yazıyor her dizesini. Demirbaş, “yaz” ile mevsim adı olan “yaz”ı da çağrıştırırken (yazın yarattığı çölsü duyguyu daha çok) “yazı”yı “yaban” karşılığında da kullanıyor. Yaban, ona göre doğanın kendisi. İnsan elinin boğduğu doğanın her şeyi. Doğa, şairden hakkını istiyor adeta; daha doğrusu şair bunu duyumsayıp yıkımların ve “örs ile çekiç arasında kal”mış olan doğanın kederli sesine dil olmayı deniyor. Yazısını doğanın çağrısına adıyor. Yazıya dair birçok sözcüğün dildeki işlemini doğaya dair yıkımları hissettirmenin aracı kılıyor. Yazıdan doğanın hakkını istiyor ama önce aralarındaki görülmemiş bağlarını imleyerek. Örneğin şöyle: “ışığın gölge ile buluştuğu yerde duran bir ağacın özsuyu gibi / ıslak zarfına sarılan bulutsu bir mektubun dolaysız tümcesi gibi”. Bir örnek de şu: “Yüklemi yağmur kokulu ahşap bir cümleydi adam”. Başka bir örnekse yukarıdaki şiir. Şiirlerin hemen hemen tümü, yazı ile doğa arasında az ya da çok, güçlü ya da zayıf bir bağ üzerine bir imge düşürmeden soluklanmıyor. Bu ısrarlı özelliğiyle şiir üzerine düşmüş doğa, doğa üzerine ışımış şiir çalışmasına ulaşıyor “Yaz”. “Yaz”daki şiirlerin gölgesi insan, bedeni doğa. Doğaya yüzünü dönüş olan insanda er geç iz bırakacağı umudundayım.
Yeni yorum gönder