Aydoğan Vatandaş ismini ilk kez, Vatan Gazetesi eski yazarlarından Yiğit Bulut´tan, "Değerli arkadaşım Aydoğan" ifadesi ile duymuştum.
Genç yaşına rağmen sayın Vatandaş bir sürü kitaba imza atmış.
Apokrifal...
Selman Kayabaş editörlüğünde yayınlanan kitaba notum eksi üzerinden yüzelli.
Barnabas´ın ölümü ve sonrası farklı sayfalarda yinelenmiş ve hem yazar hem editör nasıl olup da kendi içlerinde bu kadar çelişkili bilgleri araştırma adı altında vermiş anlamadım.
İlk sayfaları beğeni ve merakla çevirirken, Barnabas´ın cesedinin denize mi, bataklığa mı atıldığına, cesedinin Salamis´te harup ağacının altına mı yoksa ağacın altındaki antik mezara mı gömüldüğüne bir türlü karar veremedklerini gördüm.
Kitap efsunlu bilgilerden şak diye Ergenekon'a, oradan Susurluk'a bağlanıverdi.
Ergenekon, malum, tam bir muamma. Zira her bireyin kendi söylem ve davranışları ile Ergenekon sanığı sayılabileceği günleri yaşamaktayız.
Ergenekon hakkında bu kadar tasdikli onaylı bilgisi olan yazarın nasıl olup da dışarda yani Silivri'den uzakta olduğunu anlayamadım.
Susurluk, kitaptaki iddialar doğru bile olsa bu kadar araştırmacı yazar kimliği ile öne çıkmayı tasarlayan yazarın neden Susurluk olayının canlı ve bizzat olay mahalli şahidi Bucak Aşireti lideri Sedat Bucak´ın adını dahi anmıyor? Korkumuyor mu acaba? Bucak adı olmadan Susurluk anlatılmaz diye düşünüyorum. Yarım kalır, eksik olur dolayısıyla yanlış olur.
Kitapta bahsi geçen onaltı dil bildiği iddia edilen lakin internette araştırdığım halde bir türlü kendisi ile ilgili bu kitap linklerinden başka hiç bir bilgi bulamadığım sayın Hamza (Bektaş) hocagili ayaklı bir zeka abidesi olarak görmeyi ya da en azından bir fotoğrafını görebilmeyi çok isterdim.
Yazarın üslubuna göre de resmen şüpheli biri sanki. Yazık... En azından verdiği bilgilere hürmeten biraz tedbirli olunabilirdi. Tabii ki yazılanlar doğruysa.
Gelelim en mühim konuya. Bana göre en mühim konu.
Askerimiz...
Türk askeri... Her birimde çürüğün de olduğunu kabullensek de yazarın bu kadar ağır suçlamalar ve ithamlarını Türk askeri haketmiyor. Bugün Türkiye var ise askerimiz sayesinde vardır. Aksi bu coğrafyada yaşayamaz.
Bir devlette herzaman görünmeyen güç omuştur ve olacaktır ki olmalıdır da. Mühim olan var olması gereken gücün vatansever olmasıdır. Emperyalizmin hizmetkarı değil vatanının hizmetinde olmasıdır.
Şamanizm sembolleri ve konusu da yok artık dedirtecek türdendi.
Kayıp kitabın bulunması bahsi, yazık ki yok Ergenekon yok Susurluk gibi konuların altında eriyip gitmiş inandırıcılığını kaybetmiş.
Kitap konuların anlatımı ile tamamıyle cemaatin engin koruma gücü altında ortalık karıştırmak için kaleme alındığı fikrinden başka, ne yazık ki başka bir şey düşündürmedi. Yani beni kandıramadı.
Yazar Malta sürgünlerini bir araştırsın bakalım. Tanıdık sahneler bulabilecek mi?
Üye Eleştirileri
Üye Eleştirileri
Yorumlar
Yorum Gönder
Diğer Üye Eleştirileri Yazıları
Roman hakkında bir şeyler yazmak gerektiğinde “bizde” izlenen usul, çoğunlukla yazarın dünyası ve kendisi hakkında oluşmuş genel kanaat üzerinde kanat çırpmayı gerektirmeyen bir uçuşla yazarla (ya da politik olarak mahkum edilmiş bir yazarsa “çoğunlukla”) aynı gökyüzünü paylaştığı izlenimi veren satırlar arasında süzülmektir. Ne de olsa böyle bir usulde romanı okumak da gerekmez.
Kitabın ismindeki aşkı görünce hem ilgimi çekmiş hem de romantik bir şeyler okuyacağımı düşünmüştüm. Ama kitabı okumaya başlayınca hiç de öyle olmadığını görüp, bir günde okuyup bitirdim. Çok az kitapta yaşadığım o nefessiz kalmayı yaşadım. Dostoyevski'nin Suç ve Ceza´sında ki çarpıcılığı hissettim. Tam evet tam bir aşk romanı! Aşkı en çarpıcı ve vurucu biçimde anlatmış.
Felsefe devrimsel değil birikimsel bir süreçtir ancak bu birikimli yapının bazı devrimcileri vardır. Marquis de Sade işte bu devrimci filozoflardan biridir, hatta en başta gelenlerindendir, çünkü de Sade dokunulması en güç şeye dokunmuştur, en büyük tabuyu devirmiştir.
'Hatıra' sözcüğü hep tek yumurta ikizi 'Hüzün'le gelir insanın aklına. Öyle ki, ne kadar hoş, ne kadar eğlenceli anlarınızı hatrınıza getirirseniz getirin, attığınız en şiddetli kahkahaların ardından çöküverir o hüzün üzerinize. Bir daha o günlere dönemeyecek olmanın hüznü. 'İstanbul Hatırası' da tam böyle bir kitap.
Christopher Priest’ın bol ödüllü fakat ülkemizde ancak film uyarlaması ile adını duyurabilmiş ve hala daha pek de okunmamış romanı bizi eğlencenin kanlı canlı olduğu zamanlara götürüyor.
Yeni yorum gönder