20. yüzyılın özellikle ikinci yarısından itibaren küresel süreçler hakkında çok kalem oynatıldı, fakat genellikle küreselleşmenin yakın dönem tezahürlerine ve ekonomik boyutlarına eğilim gösterildi bu metinlerde. Küreselleşme denilince aslında hep kapitalizmin küreselleşmesi söz konusu ediliyor diyebiliriz; fakat acaba kavramı bu bağlama sıkıştırmak ne denli adil bir okumadır? Nayan Chanda bu çalışmasında, küreselleşmeden söz ettiğimizde pek de farkında olmadan insanoğlunun en uzun yolculuğundan bahsettiğimiz fikrinden yola çıkıyor. Afrika kıtasında, bugün Etiyopya diye bildiğimiz coğrafyanın bir köşesinde başlayan ve hızlanarak sürüp giden, bugünden bakarak sonunu tahmin edemeyeceğiz bir yolculuk bu. Neden ve nasıl birbirimize bağlandığımızın öyküsü. Yeryüzünü nasıl fethedip, kendimize bir mekân, bir yurt kıldığımızın öyküsü. İnatçı ve meraklı bir öykü, hırslı ve zalim!
Yazarımız irili ufaklı ayrıntılar üzerinden kuruyor öyküsünü. Sözgelimi bir kahve çekirdeğinin kıtalar arasındaki tuhaf macerasına; minik bir böcekten hâsıl olan bir ipliğin nasıl kervanlar düzülü bir yola vesile olabildiğine; esrârengiz bir mikrobun bir toplumdan diğerine gizemli yolculuğuna ya da çölde ufacık bir mağarada doğan vahyin nasıl yeryüzünün bütün merkezlerine kadar nüfuz edebildiğine; yahut günün birinde doğunun egzotik zenginliklerine ulaşmak iştahıyla yelken açan bir adamın, menziline hiç varamamasına rağmen nasıl olup da bir kıtanın makus talihini değiştirebildiğine dair meselelere odaklanarak yapıyor bunu.
Hırs ve zalimlik demiştik, boşuna değil elbette; küreselleşme zor bir öykü, zora dayalı bir öykü, şiddet dolu ve kanlı bir tarihi var. Batı merkezli kronolojinin Ortaçağ demeyi tercih ettiği o puslu zamanlarda, bilginler merkezi Kudüs olan haritalar çizerler ve bu haritaların çizgilerinin tükendiği yerlerde, sınır bölgelerinde korkunç canavarların yaşadığını varsayarlardı. Sonra bu -plus ultra- insanlar bütün o eski haritaların sınırlarını aştılar hızla ve gerçekten de canavarlarıyla tanıştılar. Kendilerinden âlâ canavar yoktu yeryüzünde, hiç olmamıştı meğer; insan neredeyse canavar oradaydı işte.
Slogana dönüşmüş "yoksulluğun küreselleşmesi" de bir vakıa elbette; çünkü bu yağmanın ve sömürünün de öyküsü. Şu an bizimle aynı gezegen üzerinde bir milyardan fazla insan açlık sınırında yaşıyor. Halihazırda 200 milyondan fazla göçmen ve mülteci var. Artık bir yüksek gerilim hattında sürdürüyor faaliyetini insanlık. Bugünlerde karşı karşıya kaldığımız bir sorunun aşağı-yukarı nereden kaynaklanıyor olduğunu anlamış olsak bile, onu nasıl bertaraf edebileceğimiz konusunda zihinler hiç olmadığı kadar karışık. Artık her şey her şeyle bağlantılı gözüküyor.
Ve hikâye devam ediyor; denildiği gibi, giderek hızlanıyoruz ve bir darbe ve bir darbe daha; kesiyoruz bindiğimiz dalı. Yeryüzünün dört milyar yılda biriktirdiğini hoyratça tükettik şu son birkaç kısa yüzyıllık zaman diliminde. Kendi kendimize daha uzun süre katlanabilecek olsak bile, artık üzerini mesken tuttuğumuz bu mavi gezegenin tahammül sınırlarını zorladığımız çok açık. Öyle ki, bugüne kadar görülmemiş ölçüde yeni trajediler ayaklarımızın dibinde kuluçkaya yatmış olabilirler. Buna karşın tamahkârlığımızla nasıl baş edeceğimiz, alışık olduğumuz yaşam biçimlerimizle yüzleşip yüzleşemeyeceğimiz büyük bir muamma. Şu gün şurada böyle bir becerimiz olduğuna ikna olmak bile az şey değildir. Başka bir küreselleşme mümkün mü ya da başka bir dünya? Bilmiyoruz! Evet, bilmiyoruz, ama öğrenmek zorunda kalacağımız muhakkak.
Son olarak yazarın çalışmasının önemli bir meziyetinin klasik batı-merkezli bir öykü anlatmamak için gösterdiği gayrette yattığını düşünüyorum. Diğer coğrafyalar ve özellikle de Uzak-Doğu hakkında çok fazla bilgi ve anekdot bulmak mümkün metinde. Küreselleşmeye başka bir gözle bakmak isteyenler için keyifli ve öğretici bir okuma olacağını söyleyebilirim.
Üye Eleştirileri
Üye Eleştirileri
Yorumlar
Yorum Gönder
Diğer Üye Eleştirileri Yazıları
Roman hakkında bir şeyler yazmak gerektiğinde “bizde” izlenen usul, çoğunlukla yazarın dünyası ve kendisi hakkında oluşmuş genel kanaat üzerinde kanat çırpmayı gerektirmeyen bir uçuşla yazarla (ya da politik olarak mahkum edilmiş bir yazarsa “çoğunlukla”) aynı gökyüzünü paylaştığı izlenimi veren satırlar arasında süzülmektir. Ne de olsa böyle bir usulde romanı okumak da gerekmez.
Kitabın ismindeki aşkı görünce hem ilgimi çekmiş hem de romantik bir şeyler okuyacağımı düşünmüştüm. Ama kitabı okumaya başlayınca hiç de öyle olmadığını görüp, bir günde okuyup bitirdim. Çok az kitapta yaşadığım o nefessiz kalmayı yaşadım. Dostoyevski'nin Suç ve Ceza´sında ki çarpıcılığı hissettim. Tam evet tam bir aşk romanı! Aşkı en çarpıcı ve vurucu biçimde anlatmış.
Felsefe devrimsel değil birikimsel bir süreçtir ancak bu birikimli yapının bazı devrimcileri vardır. Marquis de Sade işte bu devrimci filozoflardan biridir, hatta en başta gelenlerindendir, çünkü de Sade dokunulması en güç şeye dokunmuştur, en büyük tabuyu devirmiştir.
'Hatıra' sözcüğü hep tek yumurta ikizi 'Hüzün'le gelir insanın aklına. Öyle ki, ne kadar hoş, ne kadar eğlenceli anlarınızı hatrınıza getirirseniz getirin, attığınız en şiddetli kahkahaların ardından çöküverir o hüzün üzerinize. Bir daha o günlere dönemeyecek olmanın hüznü. 'İstanbul Hatırası' da tam böyle bir kitap.
Christopher Priest’ın bol ödüllü fakat ülkemizde ancak film uyarlaması ile adını duyurabilmiş ve hala daha pek de okunmamış romanı bizi eğlencenin kanlı canlı olduğu zamanlara götürüyor.
Yeni yorum gönder