Arjantinli yazar ve okuma uzmanı Alberto Manguel'in genellikle okuma edimi üzerine olan kitapları YKY tarafından yakın zamanda basıldı. Ben şu an Okuma Günlüğü adlı yapıtını okuyorum.
Yüksek kalibreli entellektüel diyebileceğimiz Alberto Manguel, eskiden okuduğu 12 kitap seçip, her ay bir tane okumak üzere bir yıla yayıyor. Ve okuma süresi boyunca da günlük tutuyor. Bu günlük öyle bildiğiniz günlüklere benzemiyor. Okuduğu kitaptan çok o kitabın yazarın zihninde çağrıştırdıklarını okuyoruz çünkü. Bilinç akışı şeklinde sürüp giden yazılar sanki birer deneme gibi. E tabi böylesi bir entellektüelin zihninde gezmek de bence büyük lütuf. Öncelikle edebiyat dünyanız genişliyor. Çünkü çok farklı yazarlardan bahsediyor Manguel. Düşünce dünyanız genişliyor, çünkü samimi bir şekilde çok başka düşünme yolları olduğunu gösteriyor Manguel. Ve nihayet aslında ne kadar az şey bildiğimizi anlıyoruz.
Benim favori bölümüm Dörtlerin Simgesi'ni okurken yazdıkları. Sherlock Holmes, Doktor Watson ve dolayısıyla Arthur Conan Doyle odaklı düşüncelere dalan yazar, yine farklı simalar ve onların yazdıklarına da değiniyor. Ama ne kadar nefis bir düşünme tarzı var anlatamam. Alıntılarla süslediği düşünceleri insanı okumak için hayli kamçılıyor.
Gezisi sırasında yalnızca okuduğu kitaplardan bahsetmeyen yazar, kendi kütüphanesinden ve onu yeni bir eve taşımasından da bahsediyor. Geceleyin Kütüphane eserinde de sık sık yer verdiği kendi kütüphanesini nasıl düzenlediğini ve içinde nasıl kaybolduğunu anlatıyor.
Kitaplara aldığı notlardan bahsettiği kısımda içim rahatlıyor. Mezar Ötesinden Hatıralar adlı kısımda şöyle diyor Manguel; "Kitaplarıma yazılar yazarım hep. (Çoğumuz yazarız) Onları yeniden okurken çoğu zaman bir paragrafı niçin altını çizmeye değer buldulduğumu, ya da bir yorumla ne demek istediğimi anımsayamıyorum." işte bu son kısım bana da olduğu için hep utanır sıkılırdım. Acaba köreldim de o zamanki düşünce yoğunluğumu kaybettiğim için mi, o zamanki içsellikle bir şeyleri görebildiğimi şimdi göremiyor muyum diye. Fakat Manguel dahi bu durumlara düşüyorsa o zaman benimki de tabii bir durumdur. Sonrasındaki satırlar ile kendimi gülümsemekten alamıyorum. "Dün Victor Segalen'in Rene Leys'nin bir kopyasıyla karşılaştım, üzerinde Trieste 1978 tarihi var, Trieste'de bulunduğumu hiç anımsamıyorum." Belki kitabı orada alan biri verdi Manguel'e ya da bir sahaftan aldı kitabı ama tarihini değiştirmeden bıraktı. Ya da kitabı aldığı an Trieste'de olmak istedi ve muziplik olsun diye yazdı... Bir çok hikaye uydurulabilir. Lakin bu Manguel'in kitabının menşeini bilmemesi gerçeğini değiştirmez. Kısaca en büyük kitap kurtları dahi bir takım şeyleri hatırlayamıyorsa, bizlerin hatırlayamaması gayet doğalmış!
16 yaşında J. L. BORGES'e 4 yıl boyunca kitap okuma ve onunla sohbet etme şansını yakalamış bir yazar tarafından her günü kısa kısa yalnızca düşünce örgüleriyle yazılmış bu keyifli günlüğü okumak bence edebiyat okuru için bir zorunluluk.
Okumalarla geçen günlere...
Üye Eleştirileri
Üye Eleştirileri
Yorumlar
Yorum Gönder
Diğer Üye Eleştirileri Yazıları
Roman hakkında bir şeyler yazmak gerektiğinde “bizde” izlenen usul, çoğunlukla yazarın dünyası ve kendisi hakkında oluşmuş genel kanaat üzerinde kanat çırpmayı gerektirmeyen bir uçuşla yazarla (ya da politik olarak mahkum edilmiş bir yazarsa “çoğunlukla”) aynı gökyüzünü paylaştığı izlenimi veren satırlar arasında süzülmektir. Ne de olsa böyle bir usulde romanı okumak da gerekmez.
Kitabın ismindeki aşkı görünce hem ilgimi çekmiş hem de romantik bir şeyler okuyacağımı düşünmüştüm. Ama kitabı okumaya başlayınca hiç de öyle olmadığını görüp, bir günde okuyup bitirdim. Çok az kitapta yaşadığım o nefessiz kalmayı yaşadım. Dostoyevski'nin Suç ve Ceza´sında ki çarpıcılığı hissettim. Tam evet tam bir aşk romanı! Aşkı en çarpıcı ve vurucu biçimde anlatmış.
Felsefe devrimsel değil birikimsel bir süreçtir ancak bu birikimli yapının bazı devrimcileri vardır. Marquis de Sade işte bu devrimci filozoflardan biridir, hatta en başta gelenlerindendir, çünkü de Sade dokunulması en güç şeye dokunmuştur, en büyük tabuyu devirmiştir.
'Hatıra' sözcüğü hep tek yumurta ikizi 'Hüzün'le gelir insanın aklına. Öyle ki, ne kadar hoş, ne kadar eğlenceli anlarınızı hatrınıza getirirseniz getirin, attığınız en şiddetli kahkahaların ardından çöküverir o hüzün üzerinize. Bir daha o günlere dönemeyecek olmanın hüznü. 'İstanbul Hatırası' da tam böyle bir kitap.
Christopher Priest’ın bol ödüllü fakat ülkemizde ancak film uyarlaması ile adını duyurabilmiş ve hala daha pek de okunmamış romanı bizi eğlencenin kanlı canlı olduğu zamanlara götürüyor.
Yeni yorum gönder