Bir umut yağmuru O'nun dizeleri'
Hayatın karanlığının içimizi boğdu bir anda, belki bir hazan sabahında, günümüze güneş olur, geleceğe değin umutlarımızı canlandırır.
Bir sürgün hayatı içinde bu kadar mı çok iyimserlik olur diye düşünüyor insan. Çoğu kişi en küçük bir olayda kötümserliğe kapılırken O; kendini kötümserliğe mahkûm etmemek için her zaman umuda sarılır, gelecek güzel günlerin sevincini şiirine bir oya gibi işleyerek çağının ötesi bir şair olduğunu her satırında belli eder.
Çoğu şiiri ile âşık olduğumu, düşündüğümü, ağladığımı, umutlandığımı, iyimserlik duyguları ile dolduğumu hatırlıyorum. O'nun şiirini her gördüğümde eski bir dostla karşılaşmış gibi olurum, yasaklamaları düşünürüm, katillerin elinde sürgit giden sistemi anımsarım, okumak isteyip de okuyamadığım, anlatmak isteyip de anlatamadığım kavramların çağrışımlarını dinlerim.
Hiç unutmam, "Ezginin Günlüğü" müzik grubunun O'nun şiirinden bestelenen şarkısı, "Seni düşünmek güzel şey"i dinlerkenki boğazıma düğümlenen duyguları. Bir çığlıktı söz, tek bir cümleydi ama tuğla kalınlığındaki bir kitapla anlatılamayacak kadar yalın, içten ve sorgulatıcıydı.
"artık umut yetmiyor bana"
Hayatını umut sayesinde sürdüren, umudu her anlamda yaşam biçimi olarak kavrayan bir şairin bu cümlesi, insanın içine düşebileceği açmazları daha rahat görmemize neden oluyor, belki de çoğumuzu üzüyor, hayatın karşısında ne kadar da savunmasız, yalnız olduğumuzu, çoğunluğun karşısında durmanın, onlara bir şey anlatmanın zorluğunu belirtiyor.
Bazen sevgiliye yazılmış şiirleri ile çıkıyor karşımıza, bazen halk kokan şiirler, bazen ise yaşamayı öğreten şiirlerle. O'nun betimlediği gibi bir yaşamı kim istemez ki? Bir sincap gibi, dertsiz, ölümün olduğunu unutarak, yetmiş yaşında bile zeytin fidanı dikerek, bunu çocuklarıma kalır diye değil, sırf kendimize ait duygularla yaparak, yaşımızın altmışa yakın olduğu hâlde, demir kapının açılmasına on yıl olduğunu bile bile, ama buna rağmen umudu kaybetmeden, hayatın bitmeyeceğini düşünerek, hapisten çıktıktan sonra yapacaklarımızı listeleyerek, dertsiz, tasasız, ölümü unutup an'ı anlayıp, andaki zevki özümseyerek yaşamayı kim istemez?
"Diyelim ki hapisteyiz,
yaşımız da elliye yakın,
daha da on sekiz sene olsun açılmasına demir kapının.
Yine de dışarıyla birlikte yaşayacağız,
insanları, hayvanları, kavgası ve rüzgarıyla yani,
duvarın ardındaki dışarıyla"
Kültür birikiminin hümanizmaya bürünerek süblimleşmesi, hayata dair bir söz hâline gelmesidir çoğu zaman O'nun şiirleri.
Savaşla yıkılan dünyanın bu gidişini durdurmak için en çok çaba harcayan, Japonya'ya atılan atom bombalarının acısını şiirine en çok yansıtan Türk şairi O, Kuvâyi Milliye hakkında destan yazan tek şair O. O, vatan hasretini yüreğinden duyumsamış, vatan hasretiyle yanmış büyük bir şair. Bir dönem, şairinin şiirleri 40 dilde basılıyorken, Türkçede yasaktı. Bunun acısı içinde, vatan hasreti çekerek hayata gözlerini yumdu. Şu an dünyanın en bilinen, sevilen, her dilde basılan, en çok okunan şairlerinden biri. Biz aydınlarımızın değerini ancak onları yitirdikten sonra anlayan bir millet ve devletiz. O'nu yitirdik ve değerini ancak anladık.
O'nun şiirlerindeki umut, şu an her şeye, tüm tersliklere, aymazlıklara rağmen içimizde yaşıyor ve O'nun ideali değişen dünya konjonktüründe izleğimiz olarak bize doğru yolu gösteriyor, bizi aydınlatıyor.
"Ben bir insan,
ben bir Türk şairi Nâzım Hikmet
ben tepeden tırnağa insan
tepeden tırnağa kavga, hasret ve ümitten ibaret..."
Ah, Nâzım ah! Senden öğrenecek ne çok şeyimiz var!
Üye Eleştirileri
Üye Eleştirileri
Yorumlar
Yorum Gönder
Diğer Üye Eleştirileri Yazıları
Roman hakkında bir şeyler yazmak gerektiğinde “bizde” izlenen usul, çoğunlukla yazarın dünyası ve kendisi hakkında oluşmuş genel kanaat üzerinde kanat çırpmayı gerektirmeyen bir uçuşla yazarla (ya da politik olarak mahkum edilmiş bir yazarsa “çoğunlukla”) aynı gökyüzünü paylaştığı izlenimi veren satırlar arasında süzülmektir. Ne de olsa böyle bir usulde romanı okumak da gerekmez.
Kitabın ismindeki aşkı görünce hem ilgimi çekmiş hem de romantik bir şeyler okuyacağımı düşünmüştüm. Ama kitabı okumaya başlayınca hiç de öyle olmadığını görüp, bir günde okuyup bitirdim. Çok az kitapta yaşadığım o nefessiz kalmayı yaşadım. Dostoyevski'nin Suç ve Ceza´sında ki çarpıcılığı hissettim. Tam evet tam bir aşk romanı! Aşkı en çarpıcı ve vurucu biçimde anlatmış.
Felsefe devrimsel değil birikimsel bir süreçtir ancak bu birikimli yapının bazı devrimcileri vardır. Marquis de Sade işte bu devrimci filozoflardan biridir, hatta en başta gelenlerindendir, çünkü de Sade dokunulması en güç şeye dokunmuştur, en büyük tabuyu devirmiştir.
'Hatıra' sözcüğü hep tek yumurta ikizi 'Hüzün'le gelir insanın aklına. Öyle ki, ne kadar hoş, ne kadar eğlenceli anlarınızı hatrınıza getirirseniz getirin, attığınız en şiddetli kahkahaların ardından çöküverir o hüzün üzerinize. Bir daha o günlere dönemeyecek olmanın hüznü. 'İstanbul Hatırası' da tam böyle bir kitap.
Christopher Priest’ın bol ödüllü fakat ülkemizde ancak film uyarlaması ile adını duyurabilmiş ve hala daha pek de okunmamış romanı bizi eğlencenin kanlı canlı olduğu zamanlara götürüyor.
Yeni yorum gönder