İhsan Oktay Anar ölümsüz bir döngünün içinde "Amat" efsanesini anlatırken yine kalemini kâğıttan sakınmıyor. Aslında anlatılanlara kimse yabancı değildir, olamaz "2003 yılında Karayip Korsanları"nın ilk filminde karşılaştığımız da buna benzer bir şey değil miydi? Denizciler ne meraklılar ölümsüzlüğe! Lanetlenmiş gemiler de efsaneler arasındaki yerini almıyor değil, Flying Dutchman'i düşünebiliriz mesela. Ne bileyim, ilgim olan bir alan değil denizcilik, kısıtlı bilgimle bu kadar uydurabiliyorum. Batıl inançlara da hep sahipler, veba salgınları, hırsız maymunlar, kırmızı başlıklı kız (çok ilgisiz gibi duruyor doğrusu), bir çekişte sizi geminin yedi kat dibine vuran "kaygusuz", İsrâfil'in suruyla başlayan döngü, Diyovol'den Diablo'ya şeytan ve bir melektir ki Azrail. Bunlar öyle büyük bir konu yeniliği barındırmıyor. Burada konuyu ve anlatımı ön plana çıkartan İhsan Oktay Anar okuyucuya düşünmek için çok da fazla alan bırakmıyor. Şahsen ben oturup enikonu düşünmedim kitap üzerine "Puslu Kıtalar Atlası"nda olduğu gibi. Başarılı bir dil, başarılı bir kurgu, yerli yerinde kullanılmış sözcükler var kitapta. Sorarsanız denizcilik terimlerinin yüzde kırkını anladım, yüzde otuzunu da okudukça öğrenerek (öğrendiğimi düşünerek) ilerledim kitap boyunca. Yine yüzde otuzluk bir kısmını da hiç anlamadım belki de. Anlatının arasında kaynıyor bunlar, çok zorlamıyor insanı. Anlıyorsunuz yani, gemi yan dönüyor, yelkenlerini açıyor, mesafe ölçüyor, derinlik araştırıyor, dümen kırıyor, bir tarafa yan yatıyor. O nedenle ağır bir dil demekten ziyade terminoloji boğuntusu bir dil demek daha doğru. Yine de ısrarla bu dilin anlaşılması güç olmadığını söylemek zorundayım. Ha ben bir deniz savaşını on on beş sayfa boyunca okumaktan zevk alabilir miyim? Alamam; insanın muhayyilesinde canlanıyor İhsan Oktay Anır'ın anlattıkları, resimli bir kitap gibi ilerliyor bu sayfalar. O yüzden çok da terim bilgisine ihtiyacınız yok. Bir savaş var, hepsi hepsi bu. Şahsen bu terimleri bilmediğim için ve böyle kıvrak bir dili ağır terminolojiyle kurgulamakla uğraşmaktan asla zevk almayacağım için "gemi sağdan geldi, yan döndü topu bir gömdü ki karşı gemiye Allah sizi inandırsın topu yiyen gemi paramparça oldu" yazıp geçebilirdim. Eh aramızda o kadar fark olsun Uzun İhsan Efendi'yle...
Üye Eleştirileri
Üye Eleştirileri
Yorumlar
Yorum Gönder
Diğer Üye Eleştirileri Yazıları
Roman hakkında bir şeyler yazmak gerektiğinde “bizde” izlenen usul, çoğunlukla yazarın dünyası ve kendisi hakkında oluşmuş genel kanaat üzerinde kanat çırpmayı gerektirmeyen bir uçuşla yazarla (ya da politik olarak mahkum edilmiş bir yazarsa “çoğunlukla”) aynı gökyüzünü paylaştığı izlenimi veren satırlar arasında süzülmektir. Ne de olsa böyle bir usulde romanı okumak da gerekmez.
Kitabın ismindeki aşkı görünce hem ilgimi çekmiş hem de romantik bir şeyler okuyacağımı düşünmüştüm. Ama kitabı okumaya başlayınca hiç de öyle olmadığını görüp, bir günde okuyup bitirdim. Çok az kitapta yaşadığım o nefessiz kalmayı yaşadım. Dostoyevski'nin Suç ve Ceza´sında ki çarpıcılığı hissettim. Tam evet tam bir aşk romanı! Aşkı en çarpıcı ve vurucu biçimde anlatmış.
Felsefe devrimsel değil birikimsel bir süreçtir ancak bu birikimli yapının bazı devrimcileri vardır. Marquis de Sade işte bu devrimci filozoflardan biridir, hatta en başta gelenlerindendir, çünkü de Sade dokunulması en güç şeye dokunmuştur, en büyük tabuyu devirmiştir.
'Hatıra' sözcüğü hep tek yumurta ikizi 'Hüzün'le gelir insanın aklına. Öyle ki, ne kadar hoş, ne kadar eğlenceli anlarınızı hatrınıza getirirseniz getirin, attığınız en şiddetli kahkahaların ardından çöküverir o hüzün üzerinize. Bir daha o günlere dönemeyecek olmanın hüznü. 'İstanbul Hatırası' da tam böyle bir kitap.
Christopher Priest’ın bol ödüllü fakat ülkemizde ancak film uyarlaması ile adını duyurabilmiş ve hala daha pek de okunmamış romanı bizi eğlencenin kanlı canlı olduğu zamanlara götürüyor.
Yeni yorum gönder