Öncelikle şunu söylemeliyim ki, bu bir kitap tanıtımı ya da bir eleştiri değil. Sadece romanı okudum ve okurken bir yandan notlar aldım. Sadece, bu notların biraz derlenip toplanmış hali. Bunları paylaşmak istiyorum.
Daha önce Oya Baydar'ı okumamıştım. Benim için, Türk Romanı'nın ve Türk Solu'nun dikkate değer isimlerinden biri olmuştur. Bir de, geçtiğimiz günlerde Taraf Gazetesi'ndeki köşesinden, yine aynı gazetenin genel yayın yönetmeni olan Ahmet Altan'a kızdığı için (şimdi olayı burada anmak gereksiz) istifa ettiğini biliyorum.
Yeni açılan ve bence gelecek vadeden (benim www.yazar.com'daki zamanında yaptığımız çalışmalara da benzediğinden sempati duyduğum) bir site olan www.sabitfikir.com'da, Oya Baydar'la bu roman hakkındaki röportajı dinledikten sonra hemen alıp okumak, ihmal ettiğim bu yazarla tanışmak istedim.
Çöplüğün Generali, içinde bitmemiş bir romanı da barındıran, roman içinde roman tekniğiyle yazılmış. Bu bitmemiş roman, bütün eserin ilk bölümünü (yarısından fazlasını) oluşturuyor. Her yerinde bombaların ve mermilerin gömülü olduğu ülkeden, birbirini takip eden bazı patlama ve bu patlamalara ucundan kıyısından bulaşmış insanların başına gelenleri anlatan, bölümlerden oluşan bir hikayesi var.
Bu ilk bölümün, iyi olmadığını düşünüyorum. Yani romanın asıl kahramanını etkileyen bu roman beni etkilemedi. Hem de, şu Ergenekon Davası kapsamında bulunan silahları her akşam haberlerde izliyor olmama rağmen, etkilemedi. Etkilemedi çünkü, hikayelerin nasıl biteceğini daha ilk baştan biliyoruz, ve bu sonunu bildiğimiz hikayedeki karakterler de, öyle bizim ilgimizi çekebilecek ilginçlikte değil. Bunlar, enteresanlık barındırmayan, alelade hikayeler olmuş.
Kitabın ikinci bölümünde ise ne bir polisiyedeki heyecan, ne de klasik bir romandaki derinlik var. Raslantı eseri, Eski Şehir'den kalma çöplüğü bulan ve orasıyla ilgili araştırma yaparken başından geçenleri anlatan bir bilim adamını anlatıyor bölüm. Zaten romanın asıl karakteri de, adamımız.
Romanın kahramanları ve bunların aralarındaki ilişkiler malesef bir romanda görmek isteyeceğimiz derinlikte olmadığından okurken doyurmuyor. Olaylar da bu "üstünkörü" geçişten nasibini almış zaten.
Yazarın röportajında da söylediği gibi "Gerçek olaylar, kurgu olaylardan daha aşırı, daha az inandırıcı geliyor insanlara" fikrine katılıyorum. Ama bu mottoyu romanda o kadar sık tekrarlıyor ki, "Yeter yahu! Anladık!" diyesi geliyor insanın. Bir şey, bazen okuyucuya küçük küçük verilmeli, gözümüze sokulması insanda aptal yerine konuluyormuşuz hissi yaratıyor.
Roman, belli ki, Ergenekon Davası'ndan etkilenmiş bir yazarın kaleminden çıkmış. Roman boyunca bu davaya ilişkin direk temaslardan kaçınılmış olmasını ise takdir ediyorum.
Çöplüğün Generali'nin insana çok zevk veren bir roman olduğunu söyleyemeyeceğim. Belki, yazarın kendisinin de ifade ettiği gibi, "Kurgusu düz" bir roman olmasından, belki söylemek istediği şeyin çok derinlikli işlenmemiş olmasından... Ancak Çöplüğün Generali, insanlara tavsiye edebileceğim bir roman değil.
Üye Eleştirileri
Üye Eleştirileri
Yorumlar
Yorum Gönder
Diğer Üye Eleştirileri Yazıları
Roman hakkında bir şeyler yazmak gerektiğinde “bizde” izlenen usul, çoğunlukla yazarın dünyası ve kendisi hakkında oluşmuş genel kanaat üzerinde kanat çırpmayı gerektirmeyen bir uçuşla yazarla (ya da politik olarak mahkum edilmiş bir yazarsa “çoğunlukla”) aynı gökyüzünü paylaştığı izlenimi veren satırlar arasında süzülmektir. Ne de olsa böyle bir usulde romanı okumak da gerekmez.
Kitabın ismindeki aşkı görünce hem ilgimi çekmiş hem de romantik bir şeyler okuyacağımı düşünmüştüm. Ama kitabı okumaya başlayınca hiç de öyle olmadığını görüp, bir günde okuyup bitirdim. Çok az kitapta yaşadığım o nefessiz kalmayı yaşadım. Dostoyevski'nin Suç ve Ceza´sında ki çarpıcılığı hissettim. Tam evet tam bir aşk romanı! Aşkı en çarpıcı ve vurucu biçimde anlatmış.
Felsefe devrimsel değil birikimsel bir süreçtir ancak bu birikimli yapının bazı devrimcileri vardır. Marquis de Sade işte bu devrimci filozoflardan biridir, hatta en başta gelenlerindendir, çünkü de Sade dokunulması en güç şeye dokunmuştur, en büyük tabuyu devirmiştir.
'Hatıra' sözcüğü hep tek yumurta ikizi 'Hüzün'le gelir insanın aklına. Öyle ki, ne kadar hoş, ne kadar eğlenceli anlarınızı hatrınıza getirirseniz getirin, attığınız en şiddetli kahkahaların ardından çöküverir o hüzün üzerinize. Bir daha o günlere dönemeyecek olmanın hüznü. 'İstanbul Hatırası' da tam böyle bir kitap.
Christopher Priest’ın bol ödüllü fakat ülkemizde ancak film uyarlaması ile adını duyurabilmiş ve hala daha pek de okunmamış romanı bizi eğlencenin kanlı canlı olduğu zamanlara götürüyor.
Yeni yorum gönder