Paul Auster, yazdığı bu kitapla okurlarını hayal kırıklığına uğratmadan, bildiğimiz güzel üslubuyla bize güzel bir okuma zevki sundu. Ensestten savaşa, Karayipler'den Paris'e nefes kesen kurgusuyla okuru satırlara hapsedip, kendini kitabın içinde bir karakter olarak hissetmesini sağlayan bu roman mutlaka okunması gereken bir başyapıt. Çok az kitap okuru kurguya katabilir, çok az kitap okurun kendisini kitabın içinde hissetmesini sağlayabilir: Görünmeyen o nadir kitaplardan biri. Seçkin Selvi'nin çok başarılı çevirisiyle dilimize kazandırılan kitap sade cümlelerle anlatılanların bir yerden sonra nasıl yakıcı olabileceğini özetliyor gibi. Gündelik bir dille başlıyor; hiç öyle abartılı benzetmeler yok, öyle sade ki, insan ilk başlarda ben de yazarım diye düşünüyor. Ama sonra sade üslupla zengin içerik birleşip yazarın yaratıcı cümleleri işin içine girince düşünülen sadece yazara ve çevirmene hayranlık duymak oluyor. Seçkin Selvi çok büyük bir çevirmen. Türkiye'de böyle çok az çevirmen var.
Romandaki sevişme sahnelerini büyük ustalıkla kotaran yazar, Altay Öktem'in eleştirisinde değindiği gibi, bizi de karakterlerle seviştiriyor. Kütüphanede biz de sıkılıyoruz. Biz de güzel Gwyn'le sevişiyoruz. Biz de Margot'yu arzuluyoruz. Biz de Paris'te dolaşıyoruz. Biz de Karayipler'e gidiyoruz. Bizim de romanın sonuna eşlik eden çekiç sesleri kulağımızdan gitmiyor. Bu roman, okunduktan sonra da akılda kalan, her daim yazarına ve çevirmenine saygı duymamızı sağlayacak bir içerikte gelişiyor.
Kitap belirsizlikleri kullanarak kendini görünmez kılmış. Tam bir bilmece. Yazarı kim, o bile belli değil. Kitabı Cecile mi yazdı, Adam Walker mi, Walker'in yazar arkadaşı mı? Yoksa Paul Auster, Walker'in yazar arkadaşının bulduğu bir mahlas mı? Veya Walker'ın arkadaşının adı mı Paul Auster? Şaka bir yana, kitap yarattığı gizemle büyürken, bu serüvene okuyanı da katıyor. Bu kitap zaman ve mekan yolculuğuna çıkmak için bir bilet...
Üye Eleştirileri
Üye Eleştirileri
Yorumlar
Yorum Gönder
Diğer Üye Eleştirileri Yazıları
Roman hakkında bir şeyler yazmak gerektiğinde “bizde” izlenen usul, çoğunlukla yazarın dünyası ve kendisi hakkında oluşmuş genel kanaat üzerinde kanat çırpmayı gerektirmeyen bir uçuşla yazarla (ya da politik olarak mahkum edilmiş bir yazarsa “çoğunlukla”) aynı gökyüzünü paylaştığı izlenimi veren satırlar arasında süzülmektir. Ne de olsa böyle bir usulde romanı okumak da gerekmez.
Kitabın ismindeki aşkı görünce hem ilgimi çekmiş hem de romantik bir şeyler okuyacağımı düşünmüştüm. Ama kitabı okumaya başlayınca hiç de öyle olmadığını görüp, bir günde okuyup bitirdim. Çok az kitapta yaşadığım o nefessiz kalmayı yaşadım. Dostoyevski'nin Suç ve Ceza´sında ki çarpıcılığı hissettim. Tam evet tam bir aşk romanı! Aşkı en çarpıcı ve vurucu biçimde anlatmış.
Felsefe devrimsel değil birikimsel bir süreçtir ancak bu birikimli yapının bazı devrimcileri vardır. Marquis de Sade işte bu devrimci filozoflardan biridir, hatta en başta gelenlerindendir, çünkü de Sade dokunulması en güç şeye dokunmuştur, en büyük tabuyu devirmiştir.
'Hatıra' sözcüğü hep tek yumurta ikizi 'Hüzün'le gelir insanın aklına. Öyle ki, ne kadar hoş, ne kadar eğlenceli anlarınızı hatrınıza getirirseniz getirin, attığınız en şiddetli kahkahaların ardından çöküverir o hüzün üzerinize. Bir daha o günlere dönemeyecek olmanın hüznü. 'İstanbul Hatırası' da tam böyle bir kitap.
Christopher Priest’ın bol ödüllü fakat ülkemizde ancak film uyarlaması ile adını duyurabilmiş ve hala daha pek de okunmamış romanı bizi eğlencenin kanlı canlı olduğu zamanlara götürüyor.
Yeni yorum gönder