Grange yıllardır türünde başarılı romanlar yazıyor. Bir yerden sonra konu sıkıntısı çekmesi ya da biraz sıkıcılaşması normal sayılabilir. Koloni´de farklı bir şey denemek istemiş ve Kızıl Nehirler'le herkesin aklında onun romanlarının kahramanı olarak hayal edilen Jean Reno imgesinden sıyrılmak istemiş. O yüzden her fırsatta Ermeni olduğunu tekrarlayıp durduğu-ki romanın sonlarında vurucu olduğunu sandığı(!) bir şekilde bu konuya açıklık getiriyor- Kasdan ve tam bir anti kahraman olarak cilalayıp gözümüze soktuğu uyuşturucu müptelası Volokine´i yaratmış.
Muhtelif yerlerde sanki bir yeni yetme romanı okuyormuşçasına Volokine´in ne kadar yakışıklı olduğunu ve adamın birbiriyle alakasız ama havalı uğraşılarını öğreniyoruz.
Arada bir müfettiş daha var ama onun esamesi pek okunmuyor.
Biri emekli biri de görevde olmayan iki polisin ordan oraya koşturup cinayetleri çözmeye çalışmasını izliyoruz. Burdan Fransa polisinin biraz gevşek olduğu sonucu çıkmasın diye sonlara doğru yazar epey gayret sarfediyor.
Buraya kadar çok da şikayetçi olmak mümkün değil, kitap cinayet romanı sevenler için aslında kötü yazılmış değil. Aslında sorunu da bu. İyi bir yazarın rahat okunan idare eder romanı.
Yine sonuna doğru Grange, özellikle Taş Meclisi'nde düştüğü hataya düşüyor, biraz şişirilmiş ve özensiz bir sonla okuyucuyu nahoş düşüncelerle başbaşa bırakıyor.
Yolculukta zaman doldurmak adına okunuyorsa hayal kırıklığı yaratan bir roman değil.
Ama keşke devamını yazacakmış gibi sonunu açık bırakmasaydı.
Son olarak yine başlıkta söylediğimi tekrarlamak istiyorum.
Grange´ı Kızıl Nehirler adlı kitabıyla hatırlamak istiyorum.
Üye Eleştirileri
Üye Eleştirileri
Yorumlar
Yorum Gönder
Diğer Üye Eleştirileri Yazıları
Roman hakkında bir şeyler yazmak gerektiğinde “bizde” izlenen usul, çoğunlukla yazarın dünyası ve kendisi hakkında oluşmuş genel kanaat üzerinde kanat çırpmayı gerektirmeyen bir uçuşla yazarla (ya da politik olarak mahkum edilmiş bir yazarsa “çoğunlukla”) aynı gökyüzünü paylaştığı izlenimi veren satırlar arasında süzülmektir. Ne de olsa böyle bir usulde romanı okumak da gerekmez.
Kitabın ismindeki aşkı görünce hem ilgimi çekmiş hem de romantik bir şeyler okuyacağımı düşünmüştüm. Ama kitabı okumaya başlayınca hiç de öyle olmadığını görüp, bir günde okuyup bitirdim. Çok az kitapta yaşadığım o nefessiz kalmayı yaşadım. Dostoyevski'nin Suç ve Ceza´sında ki çarpıcılığı hissettim. Tam evet tam bir aşk romanı! Aşkı en çarpıcı ve vurucu biçimde anlatmış.
Felsefe devrimsel değil birikimsel bir süreçtir ancak bu birikimli yapının bazı devrimcileri vardır. Marquis de Sade işte bu devrimci filozoflardan biridir, hatta en başta gelenlerindendir, çünkü de Sade dokunulması en güç şeye dokunmuştur, en büyük tabuyu devirmiştir.
'Hatıra' sözcüğü hep tek yumurta ikizi 'Hüzün'le gelir insanın aklına. Öyle ki, ne kadar hoş, ne kadar eğlenceli anlarınızı hatrınıza getirirseniz getirin, attığınız en şiddetli kahkahaların ardından çöküverir o hüzün üzerinize. Bir daha o günlere dönemeyecek olmanın hüznü. 'İstanbul Hatırası' da tam böyle bir kitap.
Christopher Priest’ın bol ödüllü fakat ülkemizde ancak film uyarlaması ile adını duyurabilmiş ve hala daha pek de okunmamış romanı bizi eğlencenin kanlı canlı olduğu zamanlara götürüyor.
Yeni yorum gönder