Aşkın Güngör´ün benim okuduğum ikinci kitabı. Bence başarılı bir yazar. Kitapta, 16 yaşında olup, çoğu zaman 10-12 yaşındaymış gibi davrandığını düşündüğüm, fazla romantik ve biraz da sulugöz kahraman Gohor´un bilim kurgu temelli bir ortamda sevgi, dostluk, fedakarlık gibi kavramlar eşliğinde büyümesi ve olgunlaşması kendi ağzından anlatılıyor. Güngör edebi dili sonuna kadar kullanmış, kahramanlarına esaslı (harbi, baba, kallavi, tumturaklı) laflar ettirmiş. Çok güzel çıkarımlar ve fikirler bulmuş. Bilim kurgu zemin yerine fantastik zeminde de yazılabilirmiş (seçenek olarak). Bu kadar edebi yazılmış bir bilim kurgu okumamıştım. Gerçi bu durum tempoyu biraz düşürüyor gibi. Türkçe harflere sahip veya Türkçe sözcükleri tersine çevirip, kırpıp ters yapıştırarak yapılan insan isimleri, sokak ağzıyla ancak bir Türk'ün yapabileceği konuşma tarzları, milliyeti olmayan bir yerde geçen öyküde gülümseten bir durum oluşturuyor. Sonuç olarak, rahat okunan, güzel bir kitap.
Üye Eleştirileri
Üye Eleştirileri
Yorumlar
Yorum Gönder
Diğer Üye Eleştirileri Yazıları
Roman hakkında bir şeyler yazmak gerektiğinde “bizde” izlenen usul, çoğunlukla yazarın dünyası ve kendisi hakkında oluşmuş genel kanaat üzerinde kanat çırpmayı gerektirmeyen bir uçuşla yazarla (ya da politik olarak mahkum edilmiş bir yazarsa “çoğunlukla”) aynı gökyüzünü paylaştığı izlenimi veren satırlar arasında süzülmektir. Ne de olsa böyle bir usulde romanı okumak da gerekmez.
Kitabın ismindeki aşkı görünce hem ilgimi çekmiş hem de romantik bir şeyler okuyacağımı düşünmüştüm. Ama kitabı okumaya başlayınca hiç de öyle olmadığını görüp, bir günde okuyup bitirdim. Çok az kitapta yaşadığım o nefessiz kalmayı yaşadım. Dostoyevski'nin Suç ve Ceza´sında ki çarpıcılığı hissettim. Tam evet tam bir aşk romanı! Aşkı en çarpıcı ve vurucu biçimde anlatmış.
Felsefe devrimsel değil birikimsel bir süreçtir ancak bu birikimli yapının bazı devrimcileri vardır. Marquis de Sade işte bu devrimci filozoflardan biridir, hatta en başta gelenlerindendir, çünkü de Sade dokunulması en güç şeye dokunmuştur, en büyük tabuyu devirmiştir.
'Hatıra' sözcüğü hep tek yumurta ikizi 'Hüzün'le gelir insanın aklına. Öyle ki, ne kadar hoş, ne kadar eğlenceli anlarınızı hatrınıza getirirseniz getirin, attığınız en şiddetli kahkahaların ardından çöküverir o hüzün üzerinize. Bir daha o günlere dönemeyecek olmanın hüznü. 'İstanbul Hatırası' da tam böyle bir kitap.
Christopher Priest’ın bol ödüllü fakat ülkemizde ancak film uyarlaması ile adını duyurabilmiş ve hala daha pek de okunmamış romanı bizi eğlencenin kanlı canlı olduğu zamanlara götürüyor.
Yeni yorum gönder