Hayatımda ilk defa Gaiman okudum ve tarzına resmen aşık oldum. Nobody Owens´ın büyümesi, öyle sıcak anlatılmış ki... İnsan ölüp, hayalet olarak çocuğa yardım etmek istiyor. Kurgu fantazyayla çok iyi bütünleşmiş. Hayalet tanımı tam olması gerektiği gibi. Ve bunun dışında yazara özgü bazı sınıflar da var... Ki benim en çok hoşuma gidenler Cehennem Tazıları oldu. Odak noktası Bod olmasına rağmen, öyküdeki diğer karakterler de çok iyi düşünülmüş. Hele ki Silas çok farklı. Ve kitap boyunca fark ettiğim bir diğer nokta ise, hiçbir cümlenin boşu boşuna kurulmamış olması. Olanlar öyle ya da böyle bir şekilde yeniden karşımıza çıkıyor. Ki bu da okumayı keyifli hale getiren öğelerin en önemlilerinden birisi bence.
Bod´un büyüyüp sorular sorması, arkadaş edinmeye çalışması ve okula gitmesinden ibaret değil öykü. Kitap boyunca nasıl musallat olunur, nasıl rüya yürüyüşüne çıkılır, nasıl gulyabani geçidi açılır ve nasıl görünmez olunur gibi birçok şey öğreniyor kahramanımız. Ve tabii son 50-60 sayfada, aksiyon gitgide tırmanıyor. Finali de bambaşka bir şey. Olmasını tahmin ettiğiniz şey -ya da en azından ben tahmin ettiydim- olmasına rağmen, bir buruklukla kapatıyorsunuz kitabı.
Uzun bir süre kapağa baktığımı hatırlıyorum. Ayrıca kitapta imgeler de çok yoğun olarak kullanışmış. Mesela Jack Denen Adamlar ve Kır Atlı Hanım tanımları, günümüz hayatında pek çok şeyle özdeştirilebilir. Ki yazar bunlara tam bir tanımlama getirmeyerek bizi iyice hayal etmeye itmiş.
Bir kitabın, "iyi" olması için daha ne gerekebilir ki?
Üye Eleştirileri
Üye Eleştirileri
Yorumlar
Yorum Gönder
Diğer Üye Eleştirileri Yazıları
Roman hakkında bir şeyler yazmak gerektiğinde “bizde” izlenen usul, çoğunlukla yazarın dünyası ve kendisi hakkında oluşmuş genel kanaat üzerinde kanat çırpmayı gerektirmeyen bir uçuşla yazarla (ya da politik olarak mahkum edilmiş bir yazarsa “çoğunlukla”) aynı gökyüzünü paylaştığı izlenimi veren satırlar arasında süzülmektir. Ne de olsa böyle bir usulde romanı okumak da gerekmez.
Kitabın ismindeki aşkı görünce hem ilgimi çekmiş hem de romantik bir şeyler okuyacağımı düşünmüştüm. Ama kitabı okumaya başlayınca hiç de öyle olmadığını görüp, bir günde okuyup bitirdim. Çok az kitapta yaşadığım o nefessiz kalmayı yaşadım. Dostoyevski'nin Suç ve Ceza´sında ki çarpıcılığı hissettim. Tam evet tam bir aşk romanı! Aşkı en çarpıcı ve vurucu biçimde anlatmış.
Felsefe devrimsel değil birikimsel bir süreçtir ancak bu birikimli yapının bazı devrimcileri vardır. Marquis de Sade işte bu devrimci filozoflardan biridir, hatta en başta gelenlerindendir, çünkü de Sade dokunulması en güç şeye dokunmuştur, en büyük tabuyu devirmiştir.
'Hatıra' sözcüğü hep tek yumurta ikizi 'Hüzün'le gelir insanın aklına. Öyle ki, ne kadar hoş, ne kadar eğlenceli anlarınızı hatrınıza getirirseniz getirin, attığınız en şiddetli kahkahaların ardından çöküverir o hüzün üzerinize. Bir daha o günlere dönemeyecek olmanın hüznü. 'İstanbul Hatırası' da tam böyle bir kitap.
Christopher Priest’ın bol ödüllü fakat ülkemizde ancak film uyarlaması ile adını duyurabilmiş ve hala daha pek de okunmamış romanı bizi eğlencenin kanlı canlı olduğu zamanlara götürüyor.
bir Allah'ın kulu da ciksa, kitaplara puan verlein bi site kursa.. okudugum kitaplara puan versem, benimle ayni kitaplara ayni puanlari veren kisilerin tavsiyelerine ulassam korlemesine kitap almaktan nefret ediyorum .
Yeni yorum gönder