KARANLIK THOMAS, Blanchot´nun en çarpıcı eseridir diyebiliriz rahatlıkla. Edebiyatın ve bir yönüyle de felsefenin doruk noktalarından biri olan bu roman Blanchot´nun dil ve edebiyat üzerine olan düşüncelerinin bir tezahürüdür. Thomas´nın dilsel düzeyde şeyler ve olgular karşısında sahip olduğu özgün algı, okuru kendi evreninden alır ve ona eşdeğer olan Thomas´nın evrenine taşır. Zira Thomas´nın evreni sonsuz varyasyonları olan bir dilsel olasılık üzerine kuruludur ve okurun evreni de bu olasılıklardan yalnızca biridir. Böyle bir düzlemde Thomas katatonik bir beden halinde her şeyi yapabilecek yetiye sahiptirÿ; bu durum okurun dünyasındaki eylemselliğe denk düşer. Bu nedenle Thomas gerçek bir dünyada yaşamaktadır.
Thomas´nın dünyasındaki gerçekleşme biçimleri, Blanchot´nun dil karşısındaki tavrının bir sonucudur. Thomas´nın dünyasına geçişle birlikte, onun etrafını kuşatan her şey gibi, okur düzeyindeki dilsel kullanım da geçersizleşir. Yerleşik dil bir göstergeler sistemi olmaktan çıkıp başlı başına bir göndergeler sistemi haline gelir. Bu göndergeler Thomas üzerinde etkili olurlar ve bunun sonucunda dil bir eylem biçimini alır. Böylelikle dili bir eylem olarak yaşayan Thomas, okur açısından hareketsiz kaldığı bir bir boyutta devinimler sergiler. Bu durum Thomas´nın karanlık yönünü oluşturur. Ancak niteliği ne olursa olsun, Thomas´nın varoluş biçimi okur için geçişlilik özelliği sergiler. Zira Thomas´nın varoluş biçimi nihayetinde okurun dilsel araçlarından yola çıkılarak soyutlanmıştır. Thomas´nın aydınlığa kavuşması açısından bu durum kaçınılmazdır, zira aksi taktirde, konvansiyonel dil kavramının dışına denk düşen bir temsiliyet sistemi söz konusu olurÿ; böyle bir durumda, okurun hiçbir şekilde nüfuz edemediği bir evrende Thomas sonsuza dek karanlıkta kalır. İşte romanı okunur hale getirerek Thomas´yı anlaşılır kılan şey bu hassas geçişlilik dengesidir. Böylelikle, okur spesifik bir devinim gerçekleştirirken Thomas spesifik bir hareketsizlik sergiler. Ancak nihayetinde her ikisinin de aynı şeyi yaptığını biliriz.
Üye Eleştirileri
Üye Eleştirileri
Yorumlar
Yorum Gönder
Diğer Üye Eleştirileri Yazıları
Roman hakkında bir şeyler yazmak gerektiğinde “bizde” izlenen usul, çoğunlukla yazarın dünyası ve kendisi hakkında oluşmuş genel kanaat üzerinde kanat çırpmayı gerektirmeyen bir uçuşla yazarla (ya da politik olarak mahkum edilmiş bir yazarsa “çoğunlukla”) aynı gökyüzünü paylaştığı izlenimi veren satırlar arasında süzülmektir. Ne de olsa böyle bir usulde romanı okumak da gerekmez.
Kitabın ismindeki aşkı görünce hem ilgimi çekmiş hem de romantik bir şeyler okuyacağımı düşünmüştüm. Ama kitabı okumaya başlayınca hiç de öyle olmadığını görüp, bir günde okuyup bitirdim. Çok az kitapta yaşadığım o nefessiz kalmayı yaşadım. Dostoyevski'nin Suç ve Ceza´sında ki çarpıcılığı hissettim. Tam evet tam bir aşk romanı! Aşkı en çarpıcı ve vurucu biçimde anlatmış.
Felsefe devrimsel değil birikimsel bir süreçtir ancak bu birikimli yapının bazı devrimcileri vardır. Marquis de Sade işte bu devrimci filozoflardan biridir, hatta en başta gelenlerindendir, çünkü de Sade dokunulması en güç şeye dokunmuştur, en büyük tabuyu devirmiştir.
'Hatıra' sözcüğü hep tek yumurta ikizi 'Hüzün'le gelir insanın aklına. Öyle ki, ne kadar hoş, ne kadar eğlenceli anlarınızı hatrınıza getirirseniz getirin, attığınız en şiddetli kahkahaların ardından çöküverir o hüzün üzerinize. Bir daha o günlere dönemeyecek olmanın hüznü. 'İstanbul Hatırası' da tam böyle bir kitap.
Christopher Priest’ın bol ödüllü fakat ülkemizde ancak film uyarlaması ile adını duyurabilmiş ve hala daha pek de okunmamış romanı bizi eğlencenin kanlı canlı olduğu zamanlara götürüyor.
Yeni yorum gönder