Türk anlatı sanatında genelde dışlanan, kendi sesini çıkarmasına izin verilmeyen türden bir karakterin, yani girişimci ve dalavereci iş adamı tipinin ağzından anlatılan bir roman; şahane bir kitap. Sonunda Ayhan Işık´la Tarık Akan´ın aşık oldukları zengin kızların babaları dile gelmiş de, Münir Özkul´a cevap veriyor gibi: tamam, çok matah bir adam değilim biliyoruz, ama benim de kendime göre sebeplerim var.
Bildiğini okuyan karakterler daima parçalanmış kişiliklerdir. Hangi toplumda olursa olsun, burnunun dikine gitmek kolay değil. Kitleye sırt çevirmek demek, ait olduklarını kenara itmek demek, geldiğin yeri unutmak demek. Dolayısıyla böyle karakterler tonla tutarsızlık, çuvalla ahlaksızlık barındırırlar kişiliklerinde. Ancak bu tutarsızlıkları tutarlı bir biçimde anlatmak, bireyin yalanlarını anlaşılabilir sebepler, alçaklıklarını yapısal sonuçlar olarak yansıtmak, ancak iyi edebiyatın yapabileceği bir şey. Bunları başardığı için çok iyi bir eser Hamdi Koç´un son romanı. Bireyin uyuşmaz taraflarını anlatmanın en makbul yolu, elbette romanı onun ağzından yazıp, bir de yer yer bilinç akışıyla kalemi oynatmaktır. Ancak bunun inandırıcı olması, yani sevimsiz bir karakterin ağzından nerredeyse bilinç akışıyla yazılmış bir romanın ikna edici ve okunur kılınması, başlı başına maharet ister.
Eserin bir "erkek fantezisi" olarak algılanması da elbette bir çeşit okumaya göre gayet anlaşılır. Ne var ki, edebiyat siyaset olmadığından, yani hayatı dışlamaya değil kucaklamaya yeltendiğinden, bir eserin erkek fantezisi olmasında, eğer ki bu fantezinin gerçek hayatta bir karşılığı varsa, sakıncası yoktur. Eski bir kocanın öğleden sonrası´nın, anlattığı erkek fantezisini olumlayan tarafının, ancak ne kadar sevimsiz olursa olsun her bireyin sevimli olabilecek yanlarını göstermeye çabalayan yanından öte ve fazla olduğunu düşünmüyorum. Dolayısıyla, günümüz İstanbul´unda bir kadın erkek ilişkisine içeriden, sansürsüz ve sevecen bir bakışla bakmayı başardığında bir eser, "erkek fantazisi"ne dönüşecekse, bu eserin değil, toplumun bir sorunu olsa gerektir.
Umarım bu romanın kıymeti bugünden bilinir; hakkının verilmesi için yirmi sene sonra tekrar keşfedilip hakkında doktora tezlerinin yazılmasına gerek olmamalı.
Üye Eleştirileri
Üye Eleştirileri
Yorumlar
Yorum Gönder
Diğer Üye Eleştirileri Yazıları
Roman hakkında bir şeyler yazmak gerektiğinde “bizde” izlenen usul, çoğunlukla yazarın dünyası ve kendisi hakkında oluşmuş genel kanaat üzerinde kanat çırpmayı gerektirmeyen bir uçuşla yazarla (ya da politik olarak mahkum edilmiş bir yazarsa “çoğunlukla”) aynı gökyüzünü paylaştığı izlenimi veren satırlar arasında süzülmektir. Ne de olsa böyle bir usulde romanı okumak da gerekmez.
Kitabın ismindeki aşkı görünce hem ilgimi çekmiş hem de romantik bir şeyler okuyacağımı düşünmüştüm. Ama kitabı okumaya başlayınca hiç de öyle olmadığını görüp, bir günde okuyup bitirdim. Çok az kitapta yaşadığım o nefessiz kalmayı yaşadım. Dostoyevski'nin Suç ve Ceza´sında ki çarpıcılığı hissettim. Tam evet tam bir aşk romanı! Aşkı en çarpıcı ve vurucu biçimde anlatmış.
Felsefe devrimsel değil birikimsel bir süreçtir ancak bu birikimli yapının bazı devrimcileri vardır. Marquis de Sade işte bu devrimci filozoflardan biridir, hatta en başta gelenlerindendir, çünkü de Sade dokunulması en güç şeye dokunmuştur, en büyük tabuyu devirmiştir.
'Hatıra' sözcüğü hep tek yumurta ikizi 'Hüzün'le gelir insanın aklına. Öyle ki, ne kadar hoş, ne kadar eğlenceli anlarınızı hatrınıza getirirseniz getirin, attığınız en şiddetli kahkahaların ardından çöküverir o hüzün üzerinize. Bir daha o günlere dönemeyecek olmanın hüznü. 'İstanbul Hatırası' da tam böyle bir kitap.
Christopher Priest’ın bol ödüllü fakat ülkemizde ancak film uyarlaması ile adını duyurabilmiş ve hala daha pek de okunmamış romanı bizi eğlencenin kanlı canlı olduğu zamanlara götürüyor.
Yeni yorum gönder