Birisinin dünyasına girebilmenin en kolay yolu kitap okumaktır diyebiliriz; her ne kadar bu durum günümüzde biraz sinemaya kaymış olsa da. Yazarın yaratmış olduğu karakterin düşüncelerine sızar, kendimizi onunla özdeşleştirirerek hiç olmadığımız kadar bir başkası olur ve onun hislerine ortak oluruz. Kısacası gündelik yaşamda kuramadığımız empatiyi, kitaptaki karakterle rahatlıkla kurabiliriz.
John Fowles, Koleksiyoncu'da bu empati kurma yolunu izleyerek, okuyucuya iki farklı karakterin bakış açısını sunuyor ve olaylara daha farklı bakmamızı sağlıyor. Önce kitabın başkahramanı adamın gözünden görüyoruz her şeyi. Sonra kitabın başkahramanı kadının gözünden görüyoruz tekrardan her şeyi. Aslında bu kitabın tek bir başkahramanı yok. Bu yüzden hangisinin asıl başkahraman olduğunun kararını, kitabın sonunda okuyucu veriyor.
Sanıyorum, en çok hangisi içimizi acıtırsa o bizim başkahramanımız.
Peki sizinkisi kim? En çok hangisi içinizi acıttı sizin?
Üye Eleştirileri
Üye Eleştirileri
Yorumlar
Yorum Gönder
Diğer Üye Eleştirileri Yazıları
Roman hakkında bir şeyler yazmak gerektiğinde “bizde” izlenen usul, çoğunlukla yazarın dünyası ve kendisi hakkında oluşmuş genel kanaat üzerinde kanat çırpmayı gerektirmeyen bir uçuşla yazarla (ya da politik olarak mahkum edilmiş bir yazarsa “çoğunlukla”) aynı gökyüzünü paylaştığı izlenimi veren satırlar arasında süzülmektir. Ne de olsa böyle bir usulde romanı okumak da gerekmez.
Kitabın ismindeki aşkı görünce hem ilgimi çekmiş hem de romantik bir şeyler okuyacağımı düşünmüştüm. Ama kitabı okumaya başlayınca hiç de öyle olmadığını görüp, bir günde okuyup bitirdim. Çok az kitapta yaşadığım o nefessiz kalmayı yaşadım. Dostoyevski'nin Suç ve Ceza´sında ki çarpıcılığı hissettim. Tam evet tam bir aşk romanı! Aşkı en çarpıcı ve vurucu biçimde anlatmış.
Felsefe devrimsel değil birikimsel bir süreçtir ancak bu birikimli yapının bazı devrimcileri vardır. Marquis de Sade işte bu devrimci filozoflardan biridir, hatta en başta gelenlerindendir, çünkü de Sade dokunulması en güç şeye dokunmuştur, en büyük tabuyu devirmiştir.
'Hatıra' sözcüğü hep tek yumurta ikizi 'Hüzün'le gelir insanın aklına. Öyle ki, ne kadar hoş, ne kadar eğlenceli anlarınızı hatrınıza getirirseniz getirin, attığınız en şiddetli kahkahaların ardından çöküverir o hüzün üzerinize. Bir daha o günlere dönemeyecek olmanın hüznü. 'İstanbul Hatırası' da tam böyle bir kitap.
Christopher Priest’ın bol ödüllü fakat ülkemizde ancak film uyarlaması ile adını duyurabilmiş ve hala daha pek de okunmamış romanı bizi eğlencenin kanlı canlı olduğu zamanlara götürüyor.
Yeni yorum gönder