Okuduğum ilk Tahsin Yücel kitabı. Kitabı okurken bir süre 80'lerde geçtiğini sanmıştım, ancak sonra 2000'lerde geçtiğini farkettim, hikayenin büyük miktarda 80'lerdeki sosyal içerikli Türk filmlerini andırması bunda etkili olmuş olabilir. Kapıcılık, komşuluk, köyden kente göç, sınıf atlama temaları sık sık işlenmiştir bu dönemde. Kumru´ya başından sonuna kadar ısınamadım. Bir romanın karakterini sevmeyince roman da o kadar beğenilmiyor sanırım. Başta buzdolabı takıntısına yoğunlaşan hikaye (ki burada kitabın tanıtım yazısında yazılmış olan televizyonun nerede olduğunu merak etmedim değil) burdan bizi sahip olma-sahip olunma-köle olma denklemine doğru götürürken, bir yandan da köylülük-kentlilik ikileminden de besleniyor. Bir noktadan sonra hikayenin gidişatı ve sonu da kestirebilir hale geliyor. (bu kısımlarda Kumru da, ben de televizyona kavuşmuş durumdayız artık) Bana kalırsa kitap ne çok etkili, ne de yeni bir mesaj içeriyor. Getirdiği bakış açısı biraz yüzeysel geldi bana, herkesin bildiği şeyleri bir de Tahsin Yücel´den dinlemek gibi. (Tabi mucize yerine tansık, "aklına gelmek" yerine "usuna gelmek" kullanılarak) Yazar her ne kadar sade, akıcı ve kendini okutan bir dil kullansa da "Tanrı sizden razı olsun" diyen bir kapıcı hiç görmemiştim, bu tarz bir söylemin de halk dilinde yaygın olduğunu sanmıyorum. İki Kumru´nun birbiriyle ilişkilendirildiği sadece ilk ve son on sayfa iken, yazar kitabı isimlendirirken Kumru´ya haksızlık etmiş sanki. Bence o tek başına da bu kitaba ismini verebilirdi.
Üye Eleştirileri
Üye Eleştirileri
Yorumlar
Yorum Gönder
Diğer Üye Eleştirileri Yazıları
Roman hakkında bir şeyler yazmak gerektiğinde “bizde” izlenen usul, çoğunlukla yazarın dünyası ve kendisi hakkında oluşmuş genel kanaat üzerinde kanat çırpmayı gerektirmeyen bir uçuşla yazarla (ya da politik olarak mahkum edilmiş bir yazarsa “çoğunlukla”) aynı gökyüzünü paylaştığı izlenimi veren satırlar arasında süzülmektir. Ne de olsa böyle bir usulde romanı okumak da gerekmez.
Kitabın ismindeki aşkı görünce hem ilgimi çekmiş hem de romantik bir şeyler okuyacağımı düşünmüştüm. Ama kitabı okumaya başlayınca hiç de öyle olmadığını görüp, bir günde okuyup bitirdim. Çok az kitapta yaşadığım o nefessiz kalmayı yaşadım. Dostoyevski'nin Suç ve Ceza´sında ki çarpıcılığı hissettim. Tam evet tam bir aşk romanı! Aşkı en çarpıcı ve vurucu biçimde anlatmış.
Felsefe devrimsel değil birikimsel bir süreçtir ancak bu birikimli yapının bazı devrimcileri vardır. Marquis de Sade işte bu devrimci filozoflardan biridir, hatta en başta gelenlerindendir, çünkü de Sade dokunulması en güç şeye dokunmuştur, en büyük tabuyu devirmiştir.
'Hatıra' sözcüğü hep tek yumurta ikizi 'Hüzün'le gelir insanın aklına. Öyle ki, ne kadar hoş, ne kadar eğlenceli anlarınızı hatrınıza getirirseniz getirin, attığınız en şiddetli kahkahaların ardından çöküverir o hüzün üzerinize. Bir daha o günlere dönemeyecek olmanın hüznü. 'İstanbul Hatırası' da tam böyle bir kitap.
Christopher Priest’ın bol ödüllü fakat ülkemizde ancak film uyarlaması ile adını duyurabilmiş ve hala daha pek de okunmamış romanı bizi eğlencenin kanlı canlı olduğu zamanlara götürüyor.
Yeni yorum gönder