"Osmanlıların, tarihleri hakkında ne söylediklerine değil, gerçekte ne yaptıklarına bakalım" diyor Lindner. Bir tarihçinin düsturudur herhalde "gerçekte ne oldu?" sorusu. Hele söz konusu Osmanlı tarihleri gibi anakronik kaynaklarsa, kişi şüpheciliği elden bırakmamalı. Bu bağlamda Lindner ilk Osmanlı kaynaklarının "gaza" söylencesini ve Wittek´in (kuşakların basiretini bağlayan!) ünlü "gaza tezi"ni bir kenara koyup, Osmanlıların Anadolu´ya gelişlerini ve burada bir beylikten kallavi bürokrasisi olan bir imparatorluğa dönüşme süreçlerini aşiret kavramı temelinde ve bir hayatta kalma mücadelesi olarak ele alıyor. Bu yeniden inşayı da çağdaş metinlerle karşılaştırmalı okuma yaparak ve disiplinlerarası bir çalışmayla (özellikle antropoloji ve etnografyadan faydalanarak) gerçekleştiriyor. Lindner´e göre her belgenin (geçmişi tahrif etse bile) bize söyleyeceği bir şey vardır ve bu nedenle incelenmeye değer. Bu fikirden yola çıkarak tahrir defterlerinin verileri arasında (yerleşik yaşamı benimsemiş) Osmanlı yönetiminin göçebeleri yerleşik yaşama geçirme yöntemlerinin izini sürüyor. Şikari tarihinin ideolojik temelinden yola çıkarak da göçebelerin bu yerleşikleştirmeye tepki olarak aradıkları alternatifin neden Karamanoğlu beyliği olamayacağını; onlar için asıl alternatifin bir "kırsal cennet vaad eden" İran´daki Şii Safevi devleti olduğunu ve dini bir şavaş kisvesine sokulan 16. yy Osmanlı-Safevi mücadelesinin de aslında siyasi temelli bir göçebe-yerleşik mücadelesi olduğunu ironik üslubuyla mükemmel bir kurgu içinde sunuyor okura. Osmanlı Devleti kuruluş devrine farklı bir pencereden bakan harika bir çalışma.
Üye Eleştirileri
Üye Eleştirileri
Yorumlar
Yorum Gönder
Diğer Üye Eleştirileri Yazıları
Roman hakkında bir şeyler yazmak gerektiğinde “bizde” izlenen usul, çoğunlukla yazarın dünyası ve kendisi hakkında oluşmuş genel kanaat üzerinde kanat çırpmayı gerektirmeyen bir uçuşla yazarla (ya da politik olarak mahkum edilmiş bir yazarsa “çoğunlukla”) aynı gökyüzünü paylaştığı izlenimi veren satırlar arasında süzülmektir. Ne de olsa böyle bir usulde romanı okumak da gerekmez.
Kitabın ismindeki aşkı görünce hem ilgimi çekmiş hem de romantik bir şeyler okuyacağımı düşünmüştüm. Ama kitabı okumaya başlayınca hiç de öyle olmadığını görüp, bir günde okuyup bitirdim. Çok az kitapta yaşadığım o nefessiz kalmayı yaşadım. Dostoyevski'nin Suç ve Ceza´sında ki çarpıcılığı hissettim. Tam evet tam bir aşk romanı! Aşkı en çarpıcı ve vurucu biçimde anlatmış.
Felsefe devrimsel değil birikimsel bir süreçtir ancak bu birikimli yapının bazı devrimcileri vardır. Marquis de Sade işte bu devrimci filozoflardan biridir, hatta en başta gelenlerindendir, çünkü de Sade dokunulması en güç şeye dokunmuştur, en büyük tabuyu devirmiştir.
'Hatıra' sözcüğü hep tek yumurta ikizi 'Hüzün'le gelir insanın aklına. Öyle ki, ne kadar hoş, ne kadar eğlenceli anlarınızı hatrınıza getirirseniz getirin, attığınız en şiddetli kahkahaların ardından çöküverir o hüzün üzerinize. Bir daha o günlere dönemeyecek olmanın hüznü. 'İstanbul Hatırası' da tam böyle bir kitap.
Christopher Priest’ın bol ödüllü fakat ülkemizde ancak film uyarlaması ile adını duyurabilmiş ve hala daha pek de okunmamış romanı bizi eğlencenin kanlı canlı olduğu zamanlara götürüyor.
Yeni yorum gönder