Hayatımızın güzel olduğu kabulü bu sistemin aksayarak da olsa günümüze dek sürmesine neden oldu. Hep korktuk sürüden ayrılmaktan. Hep korktuk kurda yem olmaktan. Kimse bize kurdun bu sistemden daha şefkatli olabileceğini söylemedi. Kimse sürüyü bir arada tutan köpeklerin sürüye dışardan havladığını göstermedi bize. Kimse hayatımızın altının üstünden daha iyi olabileceği ihtimalini düşünmemize izin vermedi. Şuçlu biz değiliz, egzistansiyal düşlerimiz yarım kaldı, ama belki de kanadı hatırlatılmayan papağan sendromudur yaşadığımız. Herkes ezberimizle dalga geçti ama kanatlarımızı göstermedi diye savunabiliriz kendimizi. Kimse bu toplumun debdebesini aşmanın güzelliğini göstermedi ki bize. Curcunanın dışına çıkmak bir hayaldi, aşağılanan bir hayal. Nietszche´nin dediği gibi yükseldikçe uçma bilmeyenlere daha küçük göründük kaçınılmaz olarak. Daha deli olduk farklılaştıkça. Her şeye rağmen farklılığı koruduk. Sorguladık yaşamın güzelliğini tatmak için hayatımızı. Kendini gerçekleştirmek uzak ihtimalken, Küçük İskender bize, kanlı lağım farelerine sesleniyor. Farklılıklardan sıyrılıp, supra farklı, transandantal bilginin ötesinde birşeyler var: Yaşam. Şu veya bu şekilde gerçekleştirmeliyiz kendimizi. Birisi bize yaşamın altının üstünden daha iyi olabileceğini haykırıyor, birisi bize kurdun sistemden daha şefkatli olduğunu söylüyor, birisi bize söz ezberletmeyi bırakıp kanatlarımızı hatırlatıyor, birisi bize sirkten kurtulan maymunun neler hissettiğini yazıyor.
Üye Eleştirileri
Üye Eleştirileri
Yorumlar
Yorum Gönder
Diğer Üye Eleştirileri Yazıları
Roman hakkında bir şeyler yazmak gerektiğinde “bizde” izlenen usul, çoğunlukla yazarın dünyası ve kendisi hakkında oluşmuş genel kanaat üzerinde kanat çırpmayı gerektirmeyen bir uçuşla yazarla (ya da politik olarak mahkum edilmiş bir yazarsa “çoğunlukla”) aynı gökyüzünü paylaştığı izlenimi veren satırlar arasında süzülmektir. Ne de olsa böyle bir usulde romanı okumak da gerekmez.
Kitabın ismindeki aşkı görünce hem ilgimi çekmiş hem de romantik bir şeyler okuyacağımı düşünmüştüm. Ama kitabı okumaya başlayınca hiç de öyle olmadığını görüp, bir günde okuyup bitirdim. Çok az kitapta yaşadığım o nefessiz kalmayı yaşadım. Dostoyevski'nin Suç ve Ceza´sında ki çarpıcılığı hissettim. Tam evet tam bir aşk romanı! Aşkı en çarpıcı ve vurucu biçimde anlatmış.
Felsefe devrimsel değil birikimsel bir süreçtir ancak bu birikimli yapının bazı devrimcileri vardır. Marquis de Sade işte bu devrimci filozoflardan biridir, hatta en başta gelenlerindendir, çünkü de Sade dokunulması en güç şeye dokunmuştur, en büyük tabuyu devirmiştir.
'Hatıra' sözcüğü hep tek yumurta ikizi 'Hüzün'le gelir insanın aklına. Öyle ki, ne kadar hoş, ne kadar eğlenceli anlarınızı hatrınıza getirirseniz getirin, attığınız en şiddetli kahkahaların ardından çöküverir o hüzün üzerinize. Bir daha o günlere dönemeyecek olmanın hüznü. 'İstanbul Hatırası' da tam böyle bir kitap.
Christopher Priest’ın bol ödüllü fakat ülkemizde ancak film uyarlaması ile adını duyurabilmiş ve hala daha pek de okunmamış romanı bizi eğlencenin kanlı canlı olduğu zamanlara götürüyor.
Yeni yorum gönder