Uzun İhsan Efendi'nin Düşünden İhsan Oktay Anar'ın Gerçeğine...
İhsan Oktay Anar ilk üç romanının iç dünyasına Uzun İhsan Efendi ile katılır. Postmodern romanlarda görülen üstkurmaca tekniği romanın yazılışını romanın temel konularından biri haline getirir. Nitekim Puslu Kıtalar Atlası'nda görülen üstkurmaca tekniğini Uzun İhsan Efendi hazırlar ve roman Uzun İhsan Efendi'nin düşünüp yazdıklarından oluşur. "Sanat, görünmeyen ama düşünülen bir şeyi meydana getirmeye denir." İhsan Oktay Anar da zihnindekileri Uzun İhsan Efendi üzerinden romana yansıtmaya çalışır.
İhsan Oktay Anar ile Uzun İhsan Efendi arasında birçok benzerliğe dikkat çekebiliriz. İlk ve somut benzerlik İhsan Oktay Anar'ın Uzun İhsan Efendi'yi fiziki olarak kendine benzetme çabasıdır. İhsan Oktay Anar "1,98 cm boyu ile" esmer tenli, çekik gözlü ve çıkık elmacık kemiklidir. "Yazar, Puslu Kıtalar Atlası'nda Uzun İhsan Efendi'yi esmer tenli, çekik gözlü, çıkık elmacık kemikli ve seyrek bıyıklı bir zat olarak tanıtmaktadır.(s. 19-20) "Uzun boyundan ötürü ona Uzun İhsan Efendi derler." Fiziki açıdan görülen bu benzerlik isimlerde de kendini gösterir.
Ege Üniversitesi'nde akademisyen olan İhsan Oktay Anar Puslu Kıtalar Atlası'nın yayınlandığı 1995'te bekâr bir hayat sürmektedir. Bu durum Uzun İhsan Efendi'ye de yansır ve romanın anlatı zamanı olan 1681'de Uzun İhsan Efendi de evli değildir. Uzun İhsan Efendi, Anar'dan farklı olarak oğlu Bünyamin ile 2 katlı bir evde yaşamaktadır. Fakat Uzun İhsan Efendi'nin, oğlu Bünyamin ile yaşaması da İhsan Oktay Anar ile ilginç bir benzerliği taşımaktadır. Çünkü Uzun İhsan Efendi yazarın maddi varlığının içinde iradenin/beninÿ; kendini tanıma/kendine ayna tutma çabasının sanat eserine yansıması iken Bünyamin de ayı nedenlerden dolayı kendini gerçekleştirme çabasındaki Uzun İhsan Efendi'nin yaratımıdır. Bu durum, Postmodern romanlara da görülen katman derinliğinin bir sonucudur.
İhsan Oktay Anar ilköğrenimini İstanbul'da tamamlar; fakat daha sonra İzmir'e yerleşir. Bu noktaya dikkat edecek olursak Uzun İhsan Efendi de ilk iki romanda İstanbul'da yaşamaktadır. Roman, yazarın gerçek hayatta yaşayamadıklarının sanatsal düzeyde, bu arzu ve isteklerin, giderilmesine yardım eder. Bu noktadan hareketle İhsan Oktay Anar'ın İstanbul'u içselleştirmesinde onun, bu şehri istediği gibi yaşayamaması ve şehrin kozmopolit yapısının ona ürkütücü gelmesi yatmaktadır. Nitekim kendiside İstanbul şöyle der: "İstanbul denince aklıma, önce gasp, hırsızlık, uyuşturucu geliyor." Nesne ilişkileri ekolüne göre birey nesneleri ya iyi ya da kötü olarak içselleştirir. Kötü nesne olarak ayrım yaptığı şeyler onda iyi nesnelere göre daha fazla etki bırakır. Bu da o nesneye karşı aşırı duygu boşalımını tetikler. Nitekim İstanbul, İhsan Oktay Anar için yaşanması zor olduğu kadar, kötü bir nesne iken aynı zamanda doyumu bekleyen bir duygunun nedenidir. Bunun içindir ki Anar, Puslu Kıtalar Atlası ve Kitab-ül Hiyel romanlarında Uzun İhsan Efendi'yi İstanbul'da yaşatır. Efrasiyab'ın Hikayeleri'ne bakıldığında ise bu duygu boşalımında büyük bir mesafe kat edilmiş olmalı ki Anar, Uzun İhsan Efendi'yi İstanbul'dan çıkarıp Anadolu'nun orta yerindeki bir kasabaya koyar.
Üye Eleştirileri
Üye Eleştirileri
Yorumlar
Yorum Gönder
Diğer Üye Eleştirileri Yazıları
Roman hakkında bir şeyler yazmak gerektiğinde “bizde” izlenen usul, çoğunlukla yazarın dünyası ve kendisi hakkında oluşmuş genel kanaat üzerinde kanat çırpmayı gerektirmeyen bir uçuşla yazarla (ya da politik olarak mahkum edilmiş bir yazarsa “çoğunlukla”) aynı gökyüzünü paylaştığı izlenimi veren satırlar arasında süzülmektir. Ne de olsa böyle bir usulde romanı okumak da gerekmez.
Kitabın ismindeki aşkı görünce hem ilgimi çekmiş hem de romantik bir şeyler okuyacağımı düşünmüştüm. Ama kitabı okumaya başlayınca hiç de öyle olmadığını görüp, bir günde okuyup bitirdim. Çok az kitapta yaşadığım o nefessiz kalmayı yaşadım. Dostoyevski'nin Suç ve Ceza´sında ki çarpıcılığı hissettim. Tam evet tam bir aşk romanı! Aşkı en çarpıcı ve vurucu biçimde anlatmış.
Felsefe devrimsel değil birikimsel bir süreçtir ancak bu birikimli yapının bazı devrimcileri vardır. Marquis de Sade işte bu devrimci filozoflardan biridir, hatta en başta gelenlerindendir, çünkü de Sade dokunulması en güç şeye dokunmuştur, en büyük tabuyu devirmiştir.
'Hatıra' sözcüğü hep tek yumurta ikizi 'Hüzün'le gelir insanın aklına. Öyle ki, ne kadar hoş, ne kadar eğlenceli anlarınızı hatrınıza getirirseniz getirin, attığınız en şiddetli kahkahaların ardından çöküverir o hüzün üzerinize. Bir daha o günlere dönemeyecek olmanın hüznü. 'İstanbul Hatırası' da tam böyle bir kitap.
Christopher Priest’ın bol ödüllü fakat ülkemizde ancak film uyarlaması ile adını duyurabilmiş ve hala daha pek de okunmamış romanı bizi eğlencenin kanlı canlı olduğu zamanlara götürüyor.
Yeni yorum gönder