Paris Düşerken, Fırtına ve Dipten Gelen Dalga´yı ve ardından da Tütün´ü okumuş biri olarak bu nehir romanın da devrimin coşkusunu vurgulayan bir dille yazılmış olmasını bekliyordum. Ancak tahminimin aksine Kızılların değil Kızıllarla Beyazların savaşında iki arada bir derede kalan Kazak kast-halkının gözünden yazılmış bir romanla karşılaştım. Yüzyıllardır Çar´ın bekçiliğini yapan, toprak sahibi, savaşçı ve içine kapanık bu halkın, çürümüş ama alışıldık hayatla,ümit veren ama alışılmadık ve bilinmedik yeni hayat arasında sıkışıp kalması ve bu savaş halinde tarafsız kalma şansının olmaması, baş kahraman Gregor özelinde çok güzel resmedilmiş. Edebi açıdan çok başarılı, akıcı bir şekilde okunan ve klasik niteliğini gerçekten hak eden bir eser. Ayrıca Beyazların pisliklerini yansıtırken Kızılların içlerindeki çürükleri de aynen aktarması bakımından çarpıcı olduğunu düşünüyorum. SSCB Batı´nın anlattığı gibi bir öcüler yönetimi olsaydı, kendi hatalarına da bu denli yer verilmesine izin vermez, sansürü devreye sokardı. Son olarak tekrar belirtmeliyim ki bu romandan bir Fırtına tadı ve etkisini beklemeyin -beklerseniz hayalkırıklığı yaşayabilirsiniz- ancak iyi bir roman okuyacağınız konusunda da içinizi rahat olsun.. İyi okumalar.
Üye Eleştirileri
Üye Eleştirileri
Yorumlar
Yorum Gönder
Diğer Üye Eleştirileri Yazıları
Roman hakkında bir şeyler yazmak gerektiğinde “bizde” izlenen usul, çoğunlukla yazarın dünyası ve kendisi hakkında oluşmuş genel kanaat üzerinde kanat çırpmayı gerektirmeyen bir uçuşla yazarla (ya da politik olarak mahkum edilmiş bir yazarsa “çoğunlukla”) aynı gökyüzünü paylaştığı izlenimi veren satırlar arasında süzülmektir. Ne de olsa böyle bir usulde romanı okumak da gerekmez.
Kitabın ismindeki aşkı görünce hem ilgimi çekmiş hem de romantik bir şeyler okuyacağımı düşünmüştüm. Ama kitabı okumaya başlayınca hiç de öyle olmadığını görüp, bir günde okuyup bitirdim. Çok az kitapta yaşadığım o nefessiz kalmayı yaşadım. Dostoyevski'nin Suç ve Ceza´sında ki çarpıcılığı hissettim. Tam evet tam bir aşk romanı! Aşkı en çarpıcı ve vurucu biçimde anlatmış.
Felsefe devrimsel değil birikimsel bir süreçtir ancak bu birikimli yapının bazı devrimcileri vardır. Marquis de Sade işte bu devrimci filozoflardan biridir, hatta en başta gelenlerindendir, çünkü de Sade dokunulması en güç şeye dokunmuştur, en büyük tabuyu devirmiştir.
'Hatıra' sözcüğü hep tek yumurta ikizi 'Hüzün'le gelir insanın aklına. Öyle ki, ne kadar hoş, ne kadar eğlenceli anlarınızı hatrınıza getirirseniz getirin, attığınız en şiddetli kahkahaların ardından çöküverir o hüzün üzerinize. Bir daha o günlere dönemeyecek olmanın hüznü. 'İstanbul Hatırası' da tam böyle bir kitap.
Christopher Priest’ın bol ödüllü fakat ülkemizde ancak film uyarlaması ile adını duyurabilmiş ve hala daha pek de okunmamış romanı bizi eğlencenin kanlı canlı olduğu zamanlara götürüyor.
Yeni yorum gönder