"Bay Vivo ve Kokain Kralı" İngiliz yazarın okuduğum üçüncü romanı. Önce "Yüzbaşı Corelli'nin Mandolini"ni okumuş ve çok beğenmiştim. O yapıtta İtalyan faşist lider Mussolini'yi ilgilendiren bölümler, ben onu anlayana kadar okurken zorlanmama neden olmuştu. Ancak genel olarak anlatılan ikinci dünya savaşı sırasında Kefolanya adasındaki bir kızın işgalci İtalyan bir subaya aşık olması ve bu adadaki yaşantıdan kesitler; biçem, içerik uyumu, tiplerin iyi seçilmiş ve canlandırılmış olması, akıcı üslubu, savaş karşıtı düşünceler hoşuma gitmiş ve bu roman kitaplığımdaki en beğendiğim yapıtlar arasındaki yerini almıştı. Daha sonra yazarın "Kanatsız Kuşlar" adlı romanını büyük bir umutla almıştım. Ancak bu yapıtı okurken zaman zaman sıkılmıştım. Konular haddinden fazla dağılmış, bir türlü derlenip toparlanmamıştı. Sadece sözde ermeni soykırımı ve Çanakkale Savaşı sırasındaki olaylara yazarın objektif yaklaşımı beni mutlu etmişti.
"Bay Vivo ve Kokain Kralı" adlı romanında ise Güney Amerika kıtasında adı açıklanmayan bir ülkede uyuşturucu mafyasının insanlara ettiği zulümler ve buna karşı koymaya çalışan birkaç kişinin başına gelenler alaycı bir dille anlatılmaya çalışılmış. Ancak bu alaycılık çoğu zaman saçmalama düzeyine ulaşmış. Hatta ülkenin başbakanının anlatıldığı bölümlerde yapılan alaylar saçmalama sınırını da aşmış, verilmek istenen anlamı yok etmiş. Aynı şekilde sıradan insanların batıl inançları da aşırı abartılmış. Sonuç olarak çok önemli sosyal konuları anlatan bir roman bir sürü batıl inanç safsatası ve efsane anlatıları arasında, akıcı üsluba rağmen keyifli bir okumaya dönüşemiyor.
Yazarın ilk romanını düşününce, bu yapıtı çok daha iyi hazırlayabilecekken gereksiz deneyler ile bu şansı kaçırmış olduğu görülüyor. Çarpıcı ve önemli bir içerik yakalamasına rağmen biçem ve anlatım dili olarak çuvallamış. Yazık olmuş.
Üye Eleştirileri
Üye Eleştirileri
Yorumlar
Yorum Gönder
Diğer Üye Eleştirileri Yazıları
Roman hakkında bir şeyler yazmak gerektiğinde “bizde” izlenen usul, çoğunlukla yazarın dünyası ve kendisi hakkında oluşmuş genel kanaat üzerinde kanat çırpmayı gerektirmeyen bir uçuşla yazarla (ya da politik olarak mahkum edilmiş bir yazarsa “çoğunlukla”) aynı gökyüzünü paylaştığı izlenimi veren satırlar arasında süzülmektir. Ne de olsa böyle bir usulde romanı okumak da gerekmez.
Kitabın ismindeki aşkı görünce hem ilgimi çekmiş hem de romantik bir şeyler okuyacağımı düşünmüştüm. Ama kitabı okumaya başlayınca hiç de öyle olmadığını görüp, bir günde okuyup bitirdim. Çok az kitapta yaşadığım o nefessiz kalmayı yaşadım. Dostoyevski'nin Suç ve Ceza´sında ki çarpıcılığı hissettim. Tam evet tam bir aşk romanı! Aşkı en çarpıcı ve vurucu biçimde anlatmış.
Felsefe devrimsel değil birikimsel bir süreçtir ancak bu birikimli yapının bazı devrimcileri vardır. Marquis de Sade işte bu devrimci filozoflardan biridir, hatta en başta gelenlerindendir, çünkü de Sade dokunulması en güç şeye dokunmuştur, en büyük tabuyu devirmiştir.
'Hatıra' sözcüğü hep tek yumurta ikizi 'Hüzün'le gelir insanın aklına. Öyle ki, ne kadar hoş, ne kadar eğlenceli anlarınızı hatrınıza getirirseniz getirin, attığınız en şiddetli kahkahaların ardından çöküverir o hüzün üzerinize. Bir daha o günlere dönemeyecek olmanın hüznü. 'İstanbul Hatırası' da tam böyle bir kitap.
Christopher Priest’ın bol ödüllü fakat ülkemizde ancak film uyarlaması ile adını duyurabilmiş ve hala daha pek de okunmamış romanı bizi eğlencenin kanlı canlı olduğu zamanlara götürüyor.
Yazarın "Kanatsız Kuşlar" romanı, bir yabancı tarafından yazılmasına karşın, Türk tarihinden bir kesiti aktarmak konusunda oldukça başarılı kanımca.
Yeni yorum gönder