Kitap, Dostoyevsk'inin 1849-1854 yılları arasında sürgünde geçirdiği 5 yılı Aleksandr Petroviç adını kullanarak anlattığı anılardır. Yazarın yaşadığı bu macera, bundan önceki kitaplarında var olan (Ev Sahibesi, Beyaz Geceler, İnsancıklar) aşağılanmışılık, yalnızlık, içe kapanmışlık ve korkaklık duygularının ötesinde yazarın gerçek felsefesinin temellerinin atıldığı ilk kitap olma özelliği taşıyor. " Kan ve güç düşünceyi kirletir, saptırır. Us ve duyular en olağandışı hadiseleri bile kabul eder ve en sonunda bundan zevk almaya başlar. Bu türden olağanüstü bir hadiseye ilgisizce bakan bir toplum temelinin ta derinlerine kadar bu hastalığın mikrobunu taşıyor demektir. (sf 300)" Yazar bu kitapta, bundan önceki diğer kitaplarında olduğu gibi çevresini saran binlerce insana rağmen yalnızdır. Fakat bu yalnızlık diğer yalnızlıklar gibi değildir, bu yalnızlığı ona bahşettiği için tanrıya şükreder ve eğer yenilmesi gereken bu yalnızlığı yaşamamış olsaydı kendisini yargılama olanağı bulamayacağını bize söyler. Karşımızda diğer kitaplarından daha güçlü bir Dostoyevski görmekteyiz. Yazıldığı dönemin sınıfsal ayrımlarını, toplum yapısını ve yazarın önemli sayılabilcek anılarını burada bulabilirsiniz. Yazarın kendi düşüncelerini, olayları açıklarken daha fazla kullanmasının kitaba daha çok tat vereceği düşüncesindeyim. Kitabın içindeki bir bölümde mahkum arkadaşlarından birinin ona "Bizlerle ne tür bir arkadaşlığın olabilir" sorusunun yazarın hayatında bir dönüm noktası olduğu düşüncesindeyim. Öğrenilen onca şeyden, tecrübelerden ve bunlardan alınmış derslerden, yazarın yeni bir hayat yeni bir yaşam cümlesinden sonra neden Aleksandr Petroviç serbest kaldıktan sonra kendisini öldürmüş veya ölmek istemiştir bunun cevabını bulamadım.
Üye Eleştirileri
Üye Eleştirileri
Yorumlar
Yorum Gönder
Diğer Üye Eleştirileri Yazıları
Roman hakkında bir şeyler yazmak gerektiğinde “bizde” izlenen usul, çoğunlukla yazarın dünyası ve kendisi hakkında oluşmuş genel kanaat üzerinde kanat çırpmayı gerektirmeyen bir uçuşla yazarla (ya da politik olarak mahkum edilmiş bir yazarsa “çoğunlukla”) aynı gökyüzünü paylaştığı izlenimi veren satırlar arasında süzülmektir. Ne de olsa böyle bir usulde romanı okumak da gerekmez.
Kitabın ismindeki aşkı görünce hem ilgimi çekmiş hem de romantik bir şeyler okuyacağımı düşünmüştüm. Ama kitabı okumaya başlayınca hiç de öyle olmadığını görüp, bir günde okuyup bitirdim. Çok az kitapta yaşadığım o nefessiz kalmayı yaşadım. Dostoyevski'nin Suç ve Ceza´sında ki çarpıcılığı hissettim. Tam evet tam bir aşk romanı! Aşkı en çarpıcı ve vurucu biçimde anlatmış.
Felsefe devrimsel değil birikimsel bir süreçtir ancak bu birikimli yapının bazı devrimcileri vardır. Marquis de Sade işte bu devrimci filozoflardan biridir, hatta en başta gelenlerindendir, çünkü de Sade dokunulması en güç şeye dokunmuştur, en büyük tabuyu devirmiştir.
'Hatıra' sözcüğü hep tek yumurta ikizi 'Hüzün'le gelir insanın aklına. Öyle ki, ne kadar hoş, ne kadar eğlenceli anlarınızı hatrınıza getirirseniz getirin, attığınız en şiddetli kahkahaların ardından çöküverir o hüzün üzerinize. Bir daha o günlere dönemeyecek olmanın hüznü. 'İstanbul Hatırası' da tam böyle bir kitap.
Christopher Priest’ın bol ödüllü fakat ülkemizde ancak film uyarlaması ile adını duyurabilmiş ve hala daha pek de okunmamış romanı bizi eğlencenin kanlı canlı olduğu zamanlara götürüyor.
Yeni yorum gönder