Murakami okumayı dört gözle beklediğim bir yazardı, kitabı elde eder etmez heyecanla başladım okumaya. Büyük bir hayal kırıklığına uğradım. Büyük beklentilerim olduğu için kitap küçük kalmadı, bana zaten varlığı yokluğu bir geldi bu hikayenin. Anlatılanlar milyonlarca kere duyduğum şeylerdi ve anlatımı da çok yavandı. Ayrıca yazar en sevmediğim şeylerden birini yapıyor ve baş karakterini yerli yersiz diğer karakterlerin ağzından övüyordu. Bunu çok rahatsız edici buluyorum, çünkü karakteri kendim takdir etmeyi yeğlerim. Özellikle yazarın Japon oluşundan dolayı sanırım, bana değişik birşeyler sunabileceğini ummuştum. Halbuki bir okuyucunun romandan olabilicek en düşük beklentilerini bile karşılamıyor bana kalırsa. İçindeki "sözde erotik" öğeleri ise yersiz, donuk ve luzumsuz buldum. Nobel tartışılırken bu yazarın isminin de arada bir geçmesini şimdi hayretle karşılıyorum. Yine de herzaman bir kitaplık daha şans vermek gerekir bir yazara... Ben de vereceğim, fakat bu zaman açısından büyük bir fedakarlık olacak...
Üye Eleştirileri
Üye Eleştirileri
Yorumlar
Yorum Gönder
Diğer Üye Eleştirileri Yazıları
Roman hakkında bir şeyler yazmak gerektiğinde “bizde” izlenen usul, çoğunlukla yazarın dünyası ve kendisi hakkında oluşmuş genel kanaat üzerinde kanat çırpmayı gerektirmeyen bir uçuşla yazarla (ya da politik olarak mahkum edilmiş bir yazarsa “çoğunlukla”) aynı gökyüzünü paylaştığı izlenimi veren satırlar arasında süzülmektir. Ne de olsa böyle bir usulde romanı okumak da gerekmez.
Kitabın ismindeki aşkı görünce hem ilgimi çekmiş hem de romantik bir şeyler okuyacağımı düşünmüştüm. Ama kitabı okumaya başlayınca hiç de öyle olmadığını görüp, bir günde okuyup bitirdim. Çok az kitapta yaşadığım o nefessiz kalmayı yaşadım. Dostoyevski'nin Suç ve Ceza´sında ki çarpıcılığı hissettim. Tam evet tam bir aşk romanı! Aşkı en çarpıcı ve vurucu biçimde anlatmış.
Felsefe devrimsel değil birikimsel bir süreçtir ancak bu birikimli yapının bazı devrimcileri vardır. Marquis de Sade işte bu devrimci filozoflardan biridir, hatta en başta gelenlerindendir, çünkü de Sade dokunulması en güç şeye dokunmuştur, en büyük tabuyu devirmiştir.
'Hatıra' sözcüğü hep tek yumurta ikizi 'Hüzün'le gelir insanın aklına. Öyle ki, ne kadar hoş, ne kadar eğlenceli anlarınızı hatrınıza getirirseniz getirin, attığınız en şiddetli kahkahaların ardından çöküverir o hüzün üzerinize. Bir daha o günlere dönemeyecek olmanın hüznü. 'İstanbul Hatırası' da tam böyle bir kitap.
Christopher Priest’ın bol ödüllü fakat ülkemizde ancak film uyarlaması ile adını duyurabilmiş ve hala daha pek de okunmamış romanı bizi eğlencenin kanlı canlı olduğu zamanlara götürüyor.
Yeni yorum gönder