Sayısız film, animasyon, tiyatro oyununa uyarlanmış, bilimkurgu edebiyatının ilk örneği sayılan, hikâye akıp giderken arka planda ahlak felsefesinden doğa bilimlerine pek çok meseleyi irdeleyen Frankenstein’ın adı geçince pek çok kişinin aklına hilkat garibesi malum yaratık gelir. Oysa Frankenstein, aslında Dr. Victor Frankenstein’ın soyadından başka bir şey değildir. İkonik yaratığın ise herhangi bir adı yok; hikâye boyunca Victor ondan yaratık, ucube, iblis gibi kötü sözlerle bahsediyor. Peki gerçekten öyle mi? Yaratık çirkin görünüşünün aksine tüm benliğiyle kendisinin bir canavar olmadığını kanıtlamaya çalışıyor. Ancak işi kolay değil. Hele ki diğer insanlar şöyle dursun kendisini yaratan Victor bile aksini düşünürken…
Edebiyat ve sanat tarihi, zamanın ya da kitlelerin efsaneleştirdiği ancak kendilerine atfedilen değerin ne kadarına layık oldukları şüpheli sayısız isimle doludur. Bir eseri sevmek çoğu zaman onu ortaya koyanın kusurlarını görmezden gelmemiz için yeterlidir. Ne yazık ki gerçeklerle doğrularımızın tartıldığı terazide, gerçekler daima ağır basar. İnsan olmanın getirdiği tüm eksiklikler, okumayı yeni öğrenen taze bir okur için de cilt cilt kitaplar yazmış bir yazar için de geçerlidir. Bugün tüm dünyada tanınan İngiliz edebiyatının önemli yazarlarından Mary Shelley de bunlardan münezzeh değildi.
Frankenstein’in doğuşu
Mary Shelley 1797 yılında Londra’da dünyaya gelir. Babası William Godwin bir yazar, annesi Mary Wollstonecraft ise kadın hakları savunucusudur. Maalesef doğumundan kısa süre sonra annesini kaybeder ve babası tarafından büyütülür. Babasının dahil olduğu entelektüel çevreler vesilesiyle, Shelley henüz çocuk yaşlardan itibaren edebiyat ve felsefeyle iç içedir. Belki de gönlünü bir şaire kaptırmasının sebebi de budur. Romantik dönem şairi Percy Bysshe Shelley’e âşık olduğunda henüz on yedi yaşındadır. Aşkına karşılık da bulur, ancak ortada etik olmayan bir durum vardır zira sevdiği adam evlidir. Gözlerini karartıp her şeyi geride bırakırlar ve İngiltere’den ayrılıp Fransa’ya yerleşirler. Bundan sonraki yaşantısında ne kadar mutlu olduğunu bilemeyiz, fakat biyografisi bize Mary Shelley’nin hayattaki tüm acıları tattığını gösteriyor. Öte yandan Percy’nin terk ettiği eşi de henüz yirmi bir yaşında bir nehirde intihar ederek canına kıyar. Ne yazık ki bu elim vakada, Shelley’in babasının parmağı olduğunu işaret eden dedikodular da yok değildir. Emin olacağımız gerçek şu ki, yasak aşkın tüm tarafları sonsuz acılara mahkûm olurlar. Sevgilisiyle beraber sürekli maddi zorluklarla mücadele etmeleri yetmezmiş gibi, Shelley on sekiz yaşındayken doğurduğu ilk kızını henüz altı haftalıkken kaybeder. Birer yıl arayla doğuracağı iki bebeği de aynı kaderi paylaşır. Tüm bu fırtınanın ortasında 1816 yazında İsviçre’de, Lord Byron’a komşu olurlar.
Uzun edebiyat sohbetlerinin bir aşamasında Lord Byron birer korku hikayesi yazmalarını teşvik eder. Frankenstein’in doğuşu da işte böyle olur. Yirmi beş yaşındayken kocasını, otuz dokuzunda babasını kaybeden Shelley’nin hikayesindeki yaratık, Dr. Frankenstein’a “madem nefret edecektin beni neden yarattın” diye sitem edince, aslında bu soruyu soranın tatmadığı acı kalmayan yazarın kendisi olup olmadığını düşünmeden edemiyoruz.
Canavarın da canı var
Sayısız film, animasyon, tiyatro oyununa uyarlanmış, bilimkurgu edebiyatının ilk örneği sayılan, hikâye akıp giderken arka planda ahlak felsefesinden doğa bilimlerine pek çok meseleyi irdeleyen Frankenstein’ın adı geçince pek çok kişinin aklına hilkat garibesi malum yaratık gelir. Oysa Frankenstein, aslında Dr. Victor Frankenstein’ın soyadından başka bir şey değildir. İkonik yaratığın ise herhangi bir adı yok; hikâye boyunca Victor ondan yaratık, ucube, iblis gibi kötü sözlerle bahsediyor. Peki gerçekten öyle mi? Yaratık çirkin görünüşünün aksine tüm benliğiyle kendisinin bir canavar olmadığını kanıtlamaya çalışıyor. Ancak işi kolay değil. Hele ki diğer insanlar şöyle dursun kendisini yaratan Victor bile aksini düşünürken…
Dr. Frankenstein, kadim kitaplar ve üniversitede edindiği bilgiler ışığında, mezarlardan topladığı uzuvları birleştirip bir ölüye hayat verir. Tuhaftır ki yaratık canlanır canlanmaz ondan ölesiye nefret eder. Yaratıksa aslında yeni doğmuş bir bebek gibidir. Öyle ki, Victor’la yolları ayrılınca öğrenme adına hayattaki tek rehberi deneyimleri olacaktır.
Victor yaptığından pişman, kaçarcasına memleketine dönünce ailesini de kapsayan bir cinayet ile derinden sarsılır. Bilimkurgu ve gotik öğeler taşıyan hikâye polisiye motifleriyle de süslenir ancak Byron tarafından telkin edilen başlangıçtaki yazım sebebi “korku” için aynı şeyi söylemek pek mümkün değil.
Yaratıklar da acıyla insanlaşır
Victor ve yaratık uzun süre sonra tekrar karşılaştıklarında, yaratık artık konuşmayı öğrenmiş, pek çok şey deneyimlemiş, acı çekmiş ve “insanlaşmıştır.” Victor onu öldürmeye niyetlense de hikayesini dinlemesi için yaratık tarafından ikna edilir. Yaratık ona ateşi keşfinden vahşi doğada hayatta kalma mücadelesine, başından geçenleri anlatır. Ne zaman insanlara yaklaşmaya kalksa kendisini görenler dehşete düşmüş, hor görülmüş, kaçmak zorunda kalmıştır. Alplerde bir kulübede gizlenip ev sahiplerinden konuşmayı ve diğer pek çok şeyi öğrenir. Bunca acının ve tek başınalığın ağırlığı sonrasında, kimseye de en ufak zararı dokunmamışken, tek arzusu Victor’un tıpkı kendisi gibi bir yaratık daha yaratmasıdır. Hiçbir insana yaklaşamadığı için kendisi gibi bir eş istemektedir. Fakat Victor, öldürebilmek uğruna peşinden Kuzey Kutbuna kadar gideceği bu iblise elbette istediğini vermeyecektir.
Frankenstein ya Modern Prometheus, çağının ötesinde bir kitap. Romantik dönemin siyahla beyaz gibi ayrışan iyi ve kötü karakterleri, yazarın savunduğu erdemler üzerinden okuyucuya göstere göstere ders verme çabası gibi yönleriyle okuma keyfini yer yer düşürse de neticede bir klasik. Ve bilindiği üzere klasikler asla eskimez.
Yeni yorum gönder