Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Müzik // Çılgın/Hüzünlü



Toplam oy: 806
Oliver Bourdeaut // Çev. Gizem Şakar
Kafka
Yaz bitmeden “iyi” (ve eğlenceli) bir roman okumak istiyorsanız “Mr. Bojangles”ı daha fazla beklemeyin, bekletmeyin.

Bojangles’ı Beklerken bir roman. İlk bilinmesi gereken bu. İkincisi, “Mr. Bojangles”ın Nina Simone’la anılan bir şarkı olduğu (Tabii Nina Simone’u bilmek ya da dinlemek, bu romanı bilmekten ya da okumaktan daha önemli). Üçüncüsü ise, bu romanın çok güzel bir aşk romanı olduğu. Güzel, çılgın ve dokunaklı... Yine de bu yazı burada bitmeyecek, biraz daha devam edecek.

 

“Annemle babam bana ders vermek konusunda fikir kıtlığı çekmezdi: Matematik işlemleri için bana bilezikler, kolyeler, yüzükler takar, toplama işlemi için bana bunları saydırır, ardından çıkarma işlemi için donuma kadar hepsini çıkarttırırlardı. Bu yaptığımıza ‘sayılarla striptiz’ derlerdi. Çok matraktı.” Bu, romanın anlatıcısı çocuğun sesi. Çılgın bir aşkın meyvesi olan ve roman boyunca bize bu aşkı anlatan çocuğun sesi. Romanda bu çocuğun yanı sıra babası George; onun her gün başka isimle çağırdığı, çok sevdiği, cazibeli, esprili, zeki, karizmatik, manik-depresif karısı; aileyi tamamlayan bir kuş –Matmazel Fuzuli– ve ailenin daimi ziyaretçisi Moloz var.

 

Öte yandan romanda babanın günlüklerinden alıntılar da okuyoruz. Böylece ikinci bir bakış açısı edinebiliyoruz. Hatta bunun yanında tavsiyeler de... Ve arka planda da, plaktan çalınan ve romana ismini veren şarkı duyuluyor. Cenneti yeryüzünde yaşayan, hep hayatı kutlayan/kutsayan evli âşıkların kokteyller eşliğinde dans ettiği, coşku dolu ama hüzünlü şarkı... Aslen 1968’de folk şarkıcısı Jerry Jeff Walker tarafından, oyuncu ve dansçı Bill “Bojangles” Robinson için yazılmış, ama daha çok Nina Simone’un sesinden duyulmuş olan “Mr. Bojangles”: “Güneş gören son mahalle de dağın tepesinin ardında yok olduğunda Bojangles’ın melodileri duyulmaya başlar, Nina Simone’un yumuşak ve sıcak sesi ile piyanosunun yankısı oradan oraya yayılırdı. Annemin sessiz gözyaşlarını izlemek için herkesin susması öyle güzeldi ki. Tek elimle onun gözyaşlarını siler, diğeriyle ellerini tutardım. İlk havai fişeklerin göğe yükselirken çıkardıkları ıslık sesinin ardından patlayışlarını çoğu zaman onun gözlerinde görürdüm.” Çocuk şarkıyı annesine benzetir. Hem hüzünlü hem de neşeli bir şarkıdır bu. Uçuşan, dans ettiren, yankılanan, her yeri kaplayan bir şarkı: “Çok yükseğe sıçradı o, çok yükseğe sıçradı, ve sonra da hafifçe indi yere.”



“Aşk yoktur, delilleri vardır”

 

Sanırım Jean Cocteau’nun bir sözü vardı, “Aşk yoktur, delilleri vardır,” diye. Anlatıcı çocuk, romanda anne ve babasının aşkına dair öyle çok kanıt sunuyor ki bize... Ama en güzeli şu belki: “Bunun üzerine babam derin bir üzüntüyle tüm boşlukları tıkamayı kabul etmiş, çatı katına bir yatak koymak için tozları süpürmüş, örümcek ağlarını temizlemişti. Bence, insanın karısını sakinleşsin diye o iğrenç odaya kapatmayı kabul etmesi için ona gerçekten çok âşık olması gerekirdi.”


Romandaki aile yaşamayı biliyor ve biz okurlara bunun yolunun, hayata ve sevdiklerine tutkulu olmaktan geçtiğini söylüyor. Öyle mutlu bir aile ki bu, insan onlardan biri olmak, onlar gibi olmak istiyor. Ama bu kadar mutluluğun olduğu yerde başka ne olur diye sormak da istemiyor.

 

Oliver Bourdeaut’nun ilk romanı olan Bojangles’ı Beklerken, France Culture-Télérama, Grand Prix RTL-Lire ve France Télévisions-Roman gibi üç önemli edebiyat ödülünü almış. Bourdeaut dili iyi kullanıyor, güzel resimler çiziyor ve romanını unutulmaz kılıyor. “Bu Yaz Okunacak Kitaplar” gibi anlamsız listeler hâlâ ilgi görüyor mu bilmiyorum. Farklı kategorileri temsilen çeşitli yazarlar “yazlık kitaplar”ını çıkardılar mı bilmiyorum ama yaz bitmeden “iyi” (ve eğlenceli) bir roman okumak istiyorsanız “Mr. Bojangles”ı daha fazla beklemeyin, bekletmeyin.

 

 

 


 

 

 

Görsel: Erhan Cihangiroğlu

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.