XIX
Su da doğa! Yine de pek dayanamaz yalnızlığa
Gördüğünü göresin ister. Yoksa nasıl karışır
Ilgar rüyalara? Kim kanatlandırır güzelim
Sevinçleri bir ucundan? Yolunuz bunca uzun-
Gizemin boyuna dolaşmalı ki içinde büyümesin
Hiç korkuları. Sonra en derinlere bile ışırken
Çıkarır dünyamızda neden var olduğunu:
Hem belleğin içinmiş: Günler güneşler üzere
Hem de yüzün için: Gök gibi gülümsemeli
İşte kuşlukmuş dalların arasından inivermişsin...
(Ilgar: Atın dörtnal gidişi)


Adil İzci (1954): Canlıcılığı (animizmi), insanın bu en ilksel duyuş biçimini şiirinin verimli bir malzemesi, dahası vazgeçilmez kaynağı olarak değerlendiriyor Adil İzci. Bir dörtlüğü şöyle: “Güz biraz da bu: Yokluğun kolaylığı/Karşımızda boyuna dökülüyor/Bakarken hiç duymadan ölmüşüz!/İnandım su perileri var/Yüzümüzdeki serin ıslaklık onların...”
Güzün, yaprağın, ölümün hallerinden hayatı anlama deneyimine ulaşmak, yaşamı duyumsamayı doğanın hallerine yansıtmak; canlıcılık derken kastettiğim bu. Evren, doğa sonsuz ve devingen ve her şey canlı, her şeyin bir ruhu var. Doğanın animist kendiliğiyle alımlanması şiirsel bir bilgi oluşturuyor İzci’de. Bunu sözcüklerle deneyimlerken özne, kendini doğaya ait kılarak ontolojik suçluluğun, o en eski yabancılaşmanın boğuntusundan kaçınmaya çalışıyor. Ruhsal bir berraklık, bir arınma edinmek istiyor bu deneyimden. Değişkenliğin devinimi, doğada olduğu gibi onu deneyimleyenin içinde de bir doğasallık duygusu veriyor, bu duygu özneyi evrene ait kılıyor.
Doğa, duygu yansımaları için güçlü bir ayna olmuştu. Canlıcılığı sağlayan da bu olsa gerek, dün de bugün de. Yaban düşüncenin bu özü akıl sisteminin etkisiyle değişse de şiirde varlığını korudu. Günler, mevsimler, döngüsel değişim, ölen ve doğan, esen ve çarpan, üşüten ve ısıtan, bir ruhsal deneyim olarak bugün de yansıyor şiire. Bu durum şu nedenle önemli. Yaşamda kalıcı ve geçici her şey, insandaki heves ve ukde, keder ve umut, iç çekme ve haykırma, kapanma ve açılma, doğanın hallerine benziyor, bu duygular doğada bedenleşiyor, bir karşılık, bir somutluk buluyor, bir varlık olarak beliriyor. Pastoral ile lirik olanın sımsıkı buluşması da buradan olanak kazanıyor. Kolektif bir alt bilinç, şiirde varlığını sürdürüyor. “Bakarak karıştık dünyaya bu kez/ Bir türlü dönemeden: Güz mavisinde/Ölü doğa çocukluk coğrafyası Pan”.
Bu şiirsel yönelişin ustası Dağlarca ve Melih Cevdet Anday’dı. “Su insandan akıllıdır” diyordu Dağlarca. “O sabahlar ki iki avuç su serperken/ Yüzümde en derin deniz diplerinin kâinatları” diyordu. Anday’sa, bu yönelişi poetik bir ısrara dönüştürmüştü. Anday’ın şiirini güdüleyen imgeler, kimilerine yapay gelen, doğanın alışılmadık biçimde ruhsallığı idi. Doğa her şaire ilham verir ama, özellikle Melih Cevdet Anday’da, evrenin gizinin, tinin, ruhun billurlaşmış yoğunluğu olmuştu. O çabada insanın varlıklar içinde eriyip karışma arzusu vardı, ontolojik yabancılaşmadan kurtulma arzusu. Düşünmeden bildiğimiz vardı aslında doğada. Bedenimizdeki hayvanda, hücremizdeki kimyada vardı bu bilgi. Şiir o bilgi yoğunluğunun içine dolayımsız bir nüfuz etme aracı olarak işliyordu. “Anlamak bir tansıktır” diyordu Anday, “ve bütün tansıklar gibi şiirle eşdeğerdir.” Anlamanın deneyimlerini sık sık ilk çağ filozoflarına yaslamasında ya da en eski mitolojik figürlerle taşımasında doğa ve insan ilişkisinin canlıcı yanının yoğunlukla düşünüldüğü, işlendiği zamana götürmesi de bu nedenle olabilir, Marks’ın deyimiyle, insanın neşeli çocukluk çağına. Modernlerde de aradı bu yönelişi Anday. Örnekse, “Rimbaud, yıldızların hafiften fru fru ettiklerini duymuştu” diyordu bir şiirinde, “öyleyse ne dediklerini de anlamıştır”. Sanırım ne demek istediğimizi bu örnek daha iyi anlatıyor.
İzci’deyse dolayımlı değil, doğrudan bir bağ var Anday’ın şiirinde yaptığıyla. Bir taklit değil, bir yöneliş benzerliği bu. Farkı, İzci’nin (belki şimdilik) daha dikkatli, daha çekingen olması. Bulduğu tansığı sakin bir duyguyla karşılamaya özen gösteriyor. Dinginlik diyor buna; özendeki aşırılık demek de mümkün, Andre Gide’in “ben aşırı bir ılımlıyım” demesi gibi. “Kuşların uçuşu gibi/ Sessiz olmalı şiir” dizeleri belki bu nedenle yazılıyor. Belki şu örnek daha yerinde: “Bir şey var, derin bakış istiyor/-Bundan belki; sessizce eskiyorum ben de-“. Aşk İmiş (2009), “Kır ve Gök” (2007), Günizi (1997), Su ve Yaprak (1999) gibi şiir toplamlarında da öne çıkan bu yönelişti. İnsanın en çok bildiğini sandığı bir alanda deniyor şiirini İzci. Bu alanda yeni bir şiir aramaya koyulması, üstlendiği poetik yükün en somut kanıtı.

Yeni yorum gönder