Nereye
O uysal saçlarınla nereye, hem sen nereye
Nereye ey gözleri gurbet
Sınadım kendimi bir başka biçimlerle
Her iklimde dondum, her aynada hiç
Yüzünü dön
Yüzünü dön
Can aynam paramparça...
Nereye
O atlarla nereye, hem sen nereye
Nereye hiç dönmeyecekmiş gibi böyle
Ardından kanım akıtır kendini gittiğin yere
Çeviremem önünü kırılmış ellerimle
Yüzünü dön
Yüzünü dön
Düğüm at damarıma...
Gidersen
Bin yıl daha ülkesiz bir çocuk kalır
Yıldızsız, pusulasız, mülteci, kanamalı
Gidersen fırtınada en ince söğüt dalı
O sabah kırılırım toprağıma düşemem
Yüzünü dön
Yüzünü dön
Gülümse baharıma...


Kıyısı Beton Hırçın Deniz
Adnan Satıcı (1962-2007), kahkahadan ve kavgadan oluşmuş bir adamdı. Kavga edemezse kahkaha dolu, kahkaha atamazsa hırçın, kavgacı bir adam. Şiirini bu iki ucun arasına kurdu. Gergin, gürültülü, yüksek gönüllü, manik edalı, ama her yanı keder yüklü bir pantolonlu bulut. Adasız, açık deniz bir adam. Denize benzetsek, kıyısı doldurulmuş beton; ama o sert dalgalı, hatta tsunamili bir deniz; beton duvarlara çarpmayı varoluş eylemi saydı. Tuzlu, çorak ve kirli hem de. Altmışlarda, Hasan Hüseyin’de de vardı bu eda. Onu anıştırsa da, Adnan Satıcı daha çok Ahmet Kaya’ya benzerdi. “Nerden baksan tutarsızlık”ı yazardı çoğu kez, tutunduğu romansların ya da kavramların iler tutar yanı kalmadığını hissettiğinde. Ama o çıkmaz dolu çaresizlikte bir kendilik vardı ki, üç beş kere doğsa yine aynı yoldan gelecek kadar imanlı. Bağlandığı doğası uyumsuzluğunun nedeni olmuştu. “Uzun bir yola benziyor aşkımız, kıyısında /biri durgun biri çalkantılı iki deniz /uzun bir yola benziyor aşkımız, esasında /yol alsak da yolcu falan değiliz”. Bir yere gittiği yoktu, bir yerden geldiği de. Ara yerde kendini bulmuş gibiydi. Herkesten özenle derleyip edindiği bir rengarenk benle, aldığı her şeyi kendinin kılabilmişti. Her şeyden önce sahiden bulmuş ve sarılmıştı yalnızlığına, bazen Malatyalı Bektaş gibi, bazen Ruhi Bey gibi ama daha çok Diyarbakırlı Sur dibinde uyanmış bir qırıq Adnan gibi. Şükrü (Erbaş) gibi bazen de: Ormanda yalnız kalmış bir Dyonisos, Onun, en lirik anlarında böğüre böğüre ağlayıp dolaşanı.
Adnan'ı 1981'de tanımıştım. Yarın dergisinin bürosunda. Gürültüyle gülen güzel yüzlü genç, şamatacı, gösterişçi bir çocuk. Akif (Kurtuluş), beni edebiyat ortamına ısındıracak güya; "bu arkadaş var ya" diyerek gösterdi Adnan’ı uzaktan, "yaprağın yere düşene kadar geçen zamanın şiirini yazıyor." Bu şiir tanımını yadırgamıştım. Zaten, edebiyata gönülsüz gelen benim için bu tür şairanelikler, bugün bile ağır gelir, o gün de gülüp geçmiştim. Sonra dergilerde gördüm şiirlerini: Bir yüksek ses merakı, bir trajik düzeyde keder hevesi, bir mutlak kesinlikte isyancı mizacı vardı. Bu tutum hep devam etti. Daha iyi, daha kötü biçimde. Uzun zaman sonra ben Ankara'ya dönünce tanışmıştık. Pek anlaşamazdık ama nedensizce birbirimizle ilgiliydik, iyiydik; yalansız, dobra bir dostluk sürerdi aramızda. Birçok eylemde, özellikle de “F Tipi”ne karşı mücadeledeki ataklığını, “Açlık Grevi”ndeki coşkusunu, sınırsız neşesini, yatılı öğrenci türü şakasını, söz verip de gelmeyene yönelik alayını, küfürlü öfkesini unutmak imkânsız.
Diyarbakır'dan -2005 yılı- aramıştım sabahın 8'inde. İnadına, hafta sonu, uykuda olduğunu bile bile. Surlardan aşağı, gecekondulardaki çocukları izliyordum. Aşağıda gördüğüm bir çocuk bana onu düşündürdü. Çocuk iki tenekeyi yan yana koymuş, altına da bir başkasını almış, elinde iki çubuk, bateri çalıyor. Nasıl gürültü çıkarıyor sabah sabah, surlar tamtamdan inliyor. Bu sesi ona dinletmek için aradım. “Sen şimdi buradasın, aşağıdasın, orda davulcu olmaya çalışıyorsun”, diye. Akşamdan kalma bir sesle açmıştı telefonu. Çok duygulanmıştı, bunu daha sonra yazdı gazetesinde. Kahkahası, fıkrası, taklidi bol, teatral hevesli, hiperaktif ve nükteli bir delikanlıydı. Bir toplulukta üst üste üç beş Kürt fıkrası anlatınca, “Kürtçeyi ne güzel taklit ediyorsunuz” diyen bir kadına, “Nasıl fark edemezsiniz Hanımefendi, ben 35 yıldır Türk taklidi yapıyorum” dediği çınlar kulaklarda. “Yazmak istediğim şiirle yazmak zorunda kaldığım şiir arasında sıkışıp kaldım hep. (...) Olmadı. Huzurun, sonsuz iç huzurunun şiirini yazmayı çok istediğim halde buna neredeyse hiç fırsat bulamadım. Dışımızdaki dünyanın şiddeti, içimdeki dünyadan şedit bir yanıt koparmayı başardı" diyordu bir söyleşide. Kuşağının kaderi içindeki kendisini o denli tanıyor, o denli seviyor ama o denli de kabul edemiyordu.
Sur dibinde büyüyenler tarihteki ve hayattaki yerlerini arıyorlar. Onun hep aradığı yeri belki de. O şiirlerinde bıraktı ukdesini, çoktan başladığı yere geri döndü belki de; sılasına, yitik cennetine.

Yeni yorum gönder