I
ruhu biter, bacakları başlar, bir tabanca dövmesi
bilinmiyor kimin elinde aşkın onulmaz tetiği
ne leylak ne yasemin ne sümbül ne lâle bahçesi
salınır göğsünde rugan bir çanta gibi süslü kalbi
söyle omuzlarından dökülen ipekli zaman mı?
tuhaf şivedir anlaşılmaz işveli dudaklarında ruj
anlamıyor nehir mi yoksa rimel mi akan mısralardan?
nasıl da geçiyor saatler, dantela, kurdela, farbela!
ruhu biter, saçları başlar, ne pudra ne maskara
cânân aramızda bir kadın, utanır sayfalarımızdan
aşk büyür bir etekle aramda kısacık bir aşk büyür
ılık bir rüzgâr saadet içer gibi usulca güneşinden
hangi leyla bu aşkın ortasında kendini gül sanabilir?
ruhu biter, düğmeleri başlar, bembeyaz patikalar
ukulele şarkıları söyler gibi geçtim incesaz teninden


Alphan Akgül (1974), “eski şiirin rüzgârı”nı yeni zamanda estirmeye, bu rüzgârı yeni imge, söyleyiş ve edalarla bir yaylaya ya da tepeye taşımaya niyetli bir şair. Güç bir görev, zor bir amaç bu. Şiiri şiire bakarak yazıp düşünen, “kim var imiş biz burada yoğuken ” (Karacoğlan) diyerek konumunu belirleyen şairler için daha kolayı da beklenemezdi. Hudayinabit değilse şair, kendinden öncekilere bakarak konumlanır. Poetikasının belirlenişinde seçtiği ustadır asıl belirleyici güç. Şair psikanalizin “baba” kavramını “usta”ya çevirmiştir ve ustayı aşmak üzere çalışmaktadır. Ustaya yönelik bazen pozitif (Yahya Kemal - Tanpınar) bazen de negatif aktarım yaşıyor olabilir (Yahya Kemal - Nazım Hikmet). Bu olgu ülkemiz şiirinde daha da güçlü bir öğedir. Şiire yüklenen değerin çeşitliliği, şiirin reddedeceği boyutlarda da olsa, adeta her şey beklenecek kadar kapsamlıdır; politika, etik, doğruluk, slogan, öğüt, estetik yenilik, yergi, övgü, haz ve akla gelebilecek her şey! O yüzden şiir üzerinde kavga, her şey üzerinde bir kavgaya dönüşür Türkiye’de. Kalıcı şiir damarları doğurgan ortam bulduğunda birbirini aşılamaya çalışsa da esas çizgi, belirsiz bir kanon, yazısız bir yasa hükmünde işler. Kaydolduğun, çırak yazıldığın usta ya da okul şiirini, dahası şiirinin alımlanmasını da belirler.
Bu gerçekten kaçınabilir miyiz? Neden kaçınmalıyız? Bu bir zenginlik yaratmıyor mu da kaçınalım? Örneğin Hilmi Yavuz’un bugün öncüsü ve sözcüsü olduğu şiir damarını düşünelim: Bu damarın önemini, gücünü, büyüklüğünü ve etkisini kim yadsıyabilir? Bu şiirin etki alanı sadece Hilmi Yavuz’un “kendi soyağacım” diye seçtiği şairlerle de sınırlı değildir. Hilmi Yavuz’un şu sözleri, belirli bir gerçeği yansıtıyor: “Benim ’sahih şiir’ dediğim geleneğimiz, entelektüel tarihimizle bire bir örtüşür. 150 yıldan beri, hem Doğulu hem Batılıyız. Ne kertede Batılı olduk ne kertede Doğulu kaldık tartışılır ama iki ayrı medeniyetle karşı karşıya kaldık. Bizim şiirimizin de bu tarihle yani hem Doğu’nun hem Batı’nın müktesebatıyla örtüşmesi gerek. Mesela Yahya Kemal ve Ahmet Haşim; hem moderndirler hem de geleneksel kaynaklardan yararlanmaktadırlar. Ayını şey Nazım Hikmet ve Necip Fazıl için de geçerlidir. Behçet Necatigil ve Asaf Halet Çelebi için de. Böyle bir soy kütüğü, aile ağacı var. Kendi şiirimi, bu aile ağacında düşünüyorum. Haşim’le, Yahya Kemal’le bir benzerlik varsa, bu babadan-oğula türünden bir benzerliktir.”
Hilmi Yavuz’un sözünü ettiği soyağacında ne tür değişimler, aşılar, dönüşümler, karşıtlıklar, dallar türedi? Soyağaçları, şair toplulukları, şiir aileleri pek de güvenilir dayanaklar değildir. Türkiye’de aile tarihleri pek de mutlu bir tarih olmadı; “mesela Yahya Kemal ve Ahmet Haşim”de ve başkalarında olduğu gibi kanlı bıçaklı bir aile tarihi vardır. Sarayda da böyledir, köyde de.
Hilmi Yavuz, sözlerine devamla, kendisinin temsil ettiği soyağacını şöyle betimler: “Bu ’sahih’ geleneği benden sonra devam ettirenler var. Vural Bahadır Bayrıl, Osman Hakan A., Ali Günvar, Aydın Afacan, Ercan Yılmaz, Alphan Akgül, Can Bahadır Yüce, Cengiz Şenol gibi isimler, aklıma gelenler. Eğer gelecekte bir Türk şiirinden söz edilecekse, bu hem Doğulu hem Batılı yani sahih soy kütüğünden söz edilebilecektir”.
Şu Doğu-Batı klişesi bize ne kazandırdı? Yekpare bir Doğu, yekpare bir Batı var mı? Aragon’daki Doğu’yu, Hilmi Yavuz’daki Batı’yı ayrıştırabilir miyiz? Goethe’deki Doğu ile Tagore'daki Batı'yı? Tek bir kutuba kayıtlıymış gibi yapmanın iler-tutar yanı kaldı mı? Ağdalı retoriği, her farklılığın üstünü örten eprimiş yargıları ve bir de kimi şiirlerde bazı motiflerle yaşayan iğreti bir yanı kaldı, bu doğru. Ama bu doğru daha ne kadar dayanabilir? Bir örneği yukarıdaki şiirde. Hilmi Yavuz’un saydığı şairlere biraz yakından bakınca bazı ortak yanlar bulabiliriz ama ayrışan yanlarının daha fazla olduğunu da görebileceğiz bu yakın bakışta. Şu muşambalar, klişeler ve önyargılar yüzünden yakından bakmak da bir hayli zor. Bu zoru aşmak gerek. Alphan Akgül’ün bu yeni şiirinde kımıldayan yenilikleri, bu soyağacına başka aşılar taşıma çabasını görmemek aymazlık olur. Dahası, şiirin Hilmi Yavuz okuluna değil, Attila İlhan okuluna kayıtlı çağrışımlar taşıyan özelliklerini görmemekse, körlük olur.

Yeni yorum gönder