tüm bu ağrı
hatırlamak için belki
alın kemiğinin altında
taşıdığım kusuru:
benden doğdun,
adın başka dilde söylendi.
aslında konuştum, kekeme.
ucundaydı kelimeler dilimin
kaldılar orada
yuttum zaman ile
her bir harfini zehir ile.
zarif oğlum sonra babam
diyemedim ah bil ki,
yan yana düşmeyen fotoğrafımızda
kusur benden, yara sendendi
omzundan kestiğim el ki,
ah, o da bendendi.


Azeri avazı Alim Qasımov diyor ki: “Sözlerimiz basit aslında; her zamanki gibi, ama biz ona bir heyecan, bir duygu havası veriyoruz.” Türkmen avazı Neşet Ertaş da benzerini şöyle demişti: “Biz sözleri havalandırıyoruz sadece.” Yirminci yüzyılın kozmik bilgesi İtalyan İtalo Calvino da diyor ki: “Bize her şeyi, olası bir biçimde söyleme olanağı sunulmuş; oysa biz, bize sunulan her şeyi, kendine özgü biçimde söylemek zorundayız.” Bu sözler Vaiz’e verilmiş çaresiz yanıtlar. Vaiz diyordu ki: “Güneşin altında söylenecek yeni bir şey yok!”
Yaşamayalım mı? Yaşamaktan başka kusurumuz var mı? Giden kurtulur da kalanın payına suskunluk, konuşursa kusur mu düşer? Kusur, başkasının gözündeki budak; bizlerin rüyalarını bölen kâbus. Kusurları baştan üstlenen bir şiir yazıyor Filiz Zibek. Daha doğrusu ne yapsa kusur olan bir hayatın içinde kendiliğinden konumlanma olanaklarını yazıyor, hepsi de kusura çıkan konumların içinde. Örneğin, dilsizliğin, ıssızlığın, yolun, dut ağacının, karın, inanmanın, hiç’in, unutuşun, boşluğun, yağmurun, buzun, kederin, nar ağacının, rüzgârın, yanılgının ve daha ve daha sesini yazıyor. 43 ses üzerine kurulmuş şiirler boyunca Tanrının kusursuz sözüne tenezzül etmeden söylenecek ne varsa onları yazıyor. Rahat, huzurlu bir yazı değil bu, beklenemez de; ama artık rahatın kaybolduğu bir yaşamın uğultularını yazıyor Zibek. “haklısın/ ürküyorum sözlerimden ben de / ama hangi yana dönsem / kaybolduğum yol / artık üşümek /aklımın kuzeyine asılı gece.” Bu dizelerinde de belirdiği gibi, kayıp bir dünyanın seslerinde yoğunlaşıyor şair. Çünkü hepsi yeryüzüne ait, hepsi yaşantılardan oluşmuş, gerçek ve yıkıcı. Bu yaşantının rüzgârına asılı çıngıraktan ne duyulursa o. Öylesine kozmik, öylesine dünyevi. Binlerce yıldır yinelenen bir insanlık durumunu tekilleştiriyor, fanus içinde de olsa hayatına karşılık gelebilecek sözcükleri özenle bulup derliyor. Kısa, kesin, yalın, tok ve sert. Ama bir rüzgâr terbiyesi de edinmişler, hiç biri yerinde duramayacak sözcükler; çünkü yersiz, yurtsuz ve kayıplar. Kayıplar ama kayıptaki Filiz Zibek’in dünyasını kurabilecek bir dayanışma için buluşmuşlar ve kendilerine roller belirlemişler. Örneğin “aklın kuzeyi”, “darılma evi”, “açılmayan kapı”, “bakılmayan ayna”, “ağlamaktan yapılı nehir”, “kopuk elma”, “düşük hayal” vb. “Anlamsızlıktan anlama fırlatan tahtalar” (Greimas). Hepsi de bir eksiğin, bir kusurun, bir hayfın imleri; görünmeyenin resmini yapma çabaları. Hepsi de kadıncıl imler. Kadın olmaktan doğan imgeler, şairin karşısına geçip sorduğu ve yöneldiği de bir tanrıça zaten, “Ma”. Ma’nın karşısında doğruluğu ve adaleti arayan bir kayıp. Cumartesi annesi; kaybını arayan bir kayıp. Bize kalansa unuttuğumuz, gömdüğümüz, küllediğimiz kayıplarımızın kendi benzerlerini bulduğunda duyduğumuz iç sesimiz oluyor. İçimizi rüzgâra çıkarmamıza cesaret verense bu dış ses, Filiz Zibek’in Rüzgara Astığı Çıngırak’tan gelen ses. Daha önce Selim Temo’nun, Aydın Şimşek’in denediği “ses” ve “uğultu” çalışmalarında yer yer bu icranın yetkin örneklerine tanık olmuştuk. Simgeler mantığını, bunların iç içe kurduğu örgüyü özenle gözeten çalışmalardı. Zibek’in kitabı da, bütün anlam ve bağlam örüntülerinin “kusur”da buluştuğu bir düzenek kuruyor.
Filiz Zibek 43 çalgıdan oluşan bir “Kusurlar Orkestrası” kuruyor. Sıkı bir bütünlüğü var kitabın. Ancak, bir “kusur”u var ki, her çalgı, kendi başına ses veriyor, kendi şarkısını söyleyip susuyor; orkestral bir icraya dönüşmüyor. Seslerin birbiriyle buluşması daha büyük, daha çoğul bir ses yaratmıyor. Keman söylüyor, obua ondan sonra başlıyor; flüt daha sonra vs vs. belki bu saptama da benim kusurum. Her neyse daha ilk kitabında, taptaze bir başlangıçta, önemli bir deneyim. “Kusur Konusunda” adlı o muhteşem kitabın yazarı Algirdas-Julien Greimas’ın seveceği türden bir çalışma. Şöyle demişti: “Dile getirilemezi demek, görünmeyenin resmini yapmak istemek: Bir şeyin tek bir şey olduğunun belki de bir başka şeyin de olmasının mümkün olduğunun kanıtları. Özlem ve bekleyiş imgeseli besler, ister solmuş olsunlar, ister çiçeklenmiş, yaşamın yerini tutarlar: Yolundan sapmış kusur, böylece bir ölçüde işlevini gerçekleştirir.” Bir söz eklemeye gerek var mı? Yok, ama istek var: Belki de o zaman “yanlış” kurulmuş hayat, “fark etmenin estetiği”nde yaşanır ve insan kendini bağışlar.

merak uyandırıcı.
Yeni yorum gönder