Çalışma masamın üstünde günlerdir:
Eski bir madenci lâmbası. Yerdeydi
nerdeyse üç yıldır. Neden göz önüne
çıkardım bu tuhaf gereci? Bir simge mi
aranıyordum, bir göçüğün önsezisi mi
yeşermişti içimde? Zonguldaklı şair
Lütfi Fikri, -Fikri Lütfi miydi yoksa ?-
armağan getirmişti. Adlar! -Kişi, kent, kitap
fark etmez- ; turnusol kağıdıdır belleğin,
onlar da ihtiyarlıyor ve bunuyoruz.
Sürgün kitabımdaki üç dize için
tepilmişti onca mesafe: "Madencinin lâmbası
ve kandili Ozan'ın
aydınlatsın yolu".
Ben de bir şaire ulaşmak üzre
binmedim mi gece otobüslerine?
Çalmadım mı Şişli'de bir bodrum
katının kapısını? Göğsümde
inanılmaz bir panik.
Aydınlattı mı yolu lâmba ve kandil?
Aydınlatabilir miydi? Yarınlarda
yanıt, benim bilemeyeceğim.
Yine de tutuk dilimde
söküldükçe açan alevsi bir çiçek var:
herkesin düşlerinden devşirilmiş,
ve karabasanlarından.
Yaslıyım bir ölü evi kadar ve dudaklarımda,
bir gelinin gülümseyişi.
Bir madenci lâmbası işte. Sayılar ve tuhaf
harfler üzerinde: 19 ve C 249 D. Bir alt
satırda 24 yazıyor. Gizemli aidiyetler: Kuyu,
ekip, madenci ve lâmba. Kişinin silindiği
yerler. Kuyudan kuyuya dolaşıyorum
en olmaz vakitlerde. Vuruyorum korkuyla
damarlara kazmayı ve kalıyorum
geçmişin göçüklerinin de altında.
Bir lâmba. Nedir onu Keats'in
"Yunan Vazosu"ndan ayıran? Sır
nerde, ölümsüzlük nerde? "Güzellik
gerçek, gerçek de güzelliktir" demişti Keats.
Günlerdir dinliyorum, dokunuyorum
metalin soğuk gövdesine ve konuşsun diye
bekliyorum benimle
yoksulluğun kalbi.
Bilmem sordu mu bunları kendine
boğazı düğümlenmiş ve alnı siyah
Zonguldaklı kardeşim;
bekledi mi gerçeğin ve güzelin yanıtını
taşların ve köklerin içinden?


Ahmet Oktay (1933): Nedir Ahmet Oktay’ı farklılaştıran? Sanırım en önemlisi şu: Bir şair-düşünür olarak modern felsefenin ya da bilimin ürettiği kavramların hepsiyle değilse de başat olanlarıyla sanat ve şiir adına yüzleşmeyi göze aldı. Filozofun ruhunun karanlığına şiiri, bilimin araçsallaşmış aklına yine şiiri ve bu kez felsefenin kazançlarını da çıkararak “bilimsel palavralar”, modern hurafeler oluşmasının önüne geçmeye çalıştı. İnsanın her eylemindeki anlamın peşindeydi Oktay; insana ve hayata ne olduğunun peşinde. Bilgi birikiminin yükünü omuzladığı gibi, eleştirel düşüncenin her alanda beklenmedik çıkışlarla çalışabileceğini gösterdi.
Ahmet Oktay’ın bu ısrarlı tutumu, şairler arasında ilk değildi kuşkusuz. Batıda Baudelaire’den Doğuda Tagore’a kadar her romantik başkaldırının bayrağıydı şiir; şiirin ne yaptığı, ne olduğu, ne yapmak istediği. Oktay’sa, şiirindeki “kara zaman”a karşı huzursuzluğunu, eleştirel karamsarlığını, ama hiç bir koşulda “umut ilkesi”ni terk etmeme tavrını, yazılarının da omurgası yapmıştı. Türkçe’nin, Aydınlanmacı akla, idealler üreten zihinsel düzeneğe başkaldıran romantiklerinden oldu. Yazısıyla şiiri bakışık bir düzende gelişti bu yüzden, yazısı şiirini besleyip açtı, şiiri yazısını. Üslubunu öfkeli bir karşı koyuşla, nihilist bir tepkiyle değil, modern kılığın gerektirdiği tüm zihin kıyafetleriyle ve kurallarıyla donanarak oluşturdu. Bu haliyle, insanın yetilerini farklı disiplinlerde toplayarak yabancılaştığı parçalanmış dünyada yeni tür yabancılaşmayı gösterebilen bir elçi, bir yalvaç konumu kazandı, kendiliğinden. Disiplinlerin içine cesaretle ve donanımla dalıp şiir için, “yeni insan” için büyük kazançlarla çıkan bir şair-savaşçı oldu, o doğal haliyle. Hem savaşçı hem derviş oldu.
Bu karakter, Türkiye’de ilk kez, komünal inanç ve yaşantılı göçebelerin Asya’dan Avrupa’ya doğru akışı sırasında ortaya çıkmıştı. Savaşçı, şair ve derviş. Bu çağda savaşçılık da değişti kuşkusuz, dervişlik de, şairlik de. Oktay, bu iki tutumu çağına taşıyıp zamanına denk biçimde dönüştürmeyi başarabilenlerdendi. Politikaya indirgenmiş düşüncenin ve şiirin de, politikayla buluşmamış düşüncenin ve şiirin de yabancılaşma üreten tehlikesini duyurdu bize. Şiirin her kazancının başka yaratı ve disiplinlere düşürecek bir ışığı mutlaka olduğunu bilen bir bilinç, bu ışığın onu gören herkese yetecek zenginlikte olduğuna inanan bir gönülle yaptı bunu. Tıpkı inandığı, uğrunda savaştığı, kurmak istediği sınıfsız düzende herkesin şiir yazabileceğine, beste yapabileceğine, sıkıldıysa ıslık çala çala balık tutmaya gidebileceğine inandığı gibi inandı.
Bu yeni karakteri şimdilik şairler ve bir bölük okurlar biliyor. Şimdilik; ama bir gün Platonların da, “bombabilimciler”in de bilip anlayabileceğine inandırdı Ahmet Oktay bizi.

Yeni yorum gönder