Haritadan silinmeseydi Varto’ya da giderdim
Haritadan silinmiş nice yerlere gittim
Sözcüklerden bir yurt kurdum kendime
Ağır ağır inşa ettim
Her kitap bir bölgeydi
Leylâ İçanadolu
Gül Güney’di ve kendim
Taşları Efes’ten değil
Anadil’den getirdim
Ne Doğu ne Batı’ydım
Daha çok Anadolu
Gömleğim yerli kumaştan
Bize ait bir sesin ardından gittim
Hececiler ölmüştü
Ses yüzünden dirilttim
Leylâ ve gül
Onları içli dille anlattım
Gül ve Leylâ
Mahlasım!
Mahlas mı olurmuş modern şiirde?
Bu soruya çok yanıtlar aradım
Bulamadım
Ama ne gam!
Çünkü onlarsız adım
Birkaç adım geride
Kalacak biliyorum
Leylâ ve Gül
Gül ve Leylâ
Ben epeyce soğudum
Onlar sıcacık hâlâ


Abdülkadir Budak (1952): Budak’ın “Mahlas”ını kendi şiiri üzerine yazdığı bir açıklama gibi de okuyabiliriz. “Ayna Sandım Şiiri” adlı kitabı ve daha sonra yazdıkları da var ama “Mahlas” her şeyi apaçık söylüyor. Anadolu şiir geleneğine bağlılığını, coğrafyasındaki sınırları, Cahiliye Leyla’sından Anadolu Gül’üne, tengömlek abdallığından ince saz musiki düşkünlüğüne, mahlas hevesinden Necatigil Hurufiliğine kadar dünkü ve bugünkü Anadolu’da, kendi algı ölçüleriyle gezinmiş bir şair. Her gezintiden bol malzeme devşirmiş, etkilenmeden çekinmemiş ama kendi evinde ustalarını özenle konuk etmenin yolunu yordamını da bilmiş. Sanırım Nâzım Hikmet’in bir dönem düşündüğü gibi düşünmüş olmalı. Nâzım, Orhan Kemal’e anlatmış düşüncesini: “Vezni, kafiyeyi, ahengi, resmi, hatta mânâyı atmak suretiyle de şiir yazılabileceğini, daha ileri gidip yazıyı da atıp, sadece şiir düşünülebileceğini’ kabul ederdi: ‘fakat’ derdi, ‘ne lüzum var bu kadar tasfiyeye? Asırlardan beri gelişe gelişe bugüne varan şiirin kazandığı imkanlardan niçin faydalanmamalı? Bu sadece, şekli zorlamakla yeni şeyler yapılabileceğini zannetmektir: Mesele şekilden çok muhtevada, muhtevanın yeniliğindedir.” (Aktaran S, Hilav, Edebiyat Yazıları, YKY, 1993, sf. 33; Orhan Kemal, Nazım Hikmet’le 3,5 Yıl’dan).
Budak’ın şiir çabasını, vezin düşüre düşüre yeni bir ses ve içerik arayarak yazmaya bağlılığını böyle açıklayabiliyorum. Nâzım’daki son söze kulak vermeli: “muhtevada yenilik”. Muhtevada yenilik bir bakıma şairin hayatındaki yenilik değil midir; yaşamında, algısında, bakışında, eylemindeki… Budak’ın yaşamdaki mevzisini, şiire ve hayata ilişkin aldığı konumu düşünmeli. Mayıs 1970’te Defne dergisinde yayımladığı ilk şiirinden bu yana Budak Türkiye’deki “edebiyat cumhuriyeti”nin etkin bir yurttaşıdır. Şiirle nefes alıp veren bir bireydir artık. Bunun bir anlamı da şu; “şairin toprağı”nın özelliği, şairler cemaatinin kendi kendine uğunuşlarından, devinimlerinden, eşinmelerinden, didinimlerinden edinilmiş bir toprak oluşudur. Bu toprağın iklimi, suyu, güneşi, yağmuru, ekicisi, ekin tekniği gibi türlü ayrıntılarıyla haşır neşir olmaksızın yeni bir muhteva da yetişmez yeni bir biçim de. Örneğin “ev” imgesi bir topraktır Türk şiirinde. Ev, Türkçeye Necatigil ile gelmiş, Budak ile genişlemiştir. Budak avlusu, penceresi, sobası, balkonu, dört kutuplu hane halkı, enkaza dönüşmüş sokağı ile geniş bir şiir mekanı kurabilmiştir “ev”den. Hem içe doğru hem de dışa doğru bir duyuş, bir imge akışıdır ev. Necatigil elindeki kurşun kalemle bu yeni patikayı gide gele yol etmiş, Budak bu yoldan traktörle geçmiştir. Ev, Necatigil’de “dünya” ise, Budak’ta kimyadır; kömürle yetinirken yaratılmış elmastır örneğin. O elmasın yaratılmasında çile vardır; yalnızlık, keder vardır ama mizah da vardır, Necatigil’de aramazsan kolay kolay bulunmayan. Ağrı dağından söz edecektir ama “bu beni aşar” diyecektir; “ağrı” ev içindeki ağrıdır. Domestik ağrı! (“Evlerin ruhu da kültürdür” diyecekti Cemal Süreya, Budak’sa semtini de katacaktı şiire; “Sincan!da bir ev”)
“Beni aşar”, “beni geçer”; Budak’ın sık sık takındığı söyleyişlerden ikisi. İroni bu takıntıda anlam ve imkan kazanıyor; çaresizin baş vurduğu mizaha dönüşüyor hemen fırsat edinerek ya da kaçınılmaz olarak. Bu ve benzeri söyleyişlerinde Necatigil çekinikliği ile Cemal Süreya öforisi iç içe geçerek başka bir tat kazanıyor; kimya bu belki ve işte yeni zamanın yeni muhtevası. Hem çekingen hem atak, hem çok sözü var hem tutuk. Kuyuda taş, taşın altında akrep, akrepte zehir, zehirde ateş, ateşte şair. Dönüşümler simyasındaki dönüşüm simgeciliği. Bu dönüşümlerde asla hareket ettiği yeri unutmayışıyla da farklıdır A. Budak. “Hepsine dokundum, kendim/ Ahmet Oktay ben miydim” diyecektir örneğin Ahmet Oktay üzerine yazdığı şiirinde. Edebiyat cumhuriyetinin adabına yakışır olanın örneğidir Budak. Usta ve Çırak, Baba ve Oğul, Önce ve Sonra; onun şiirsel anlayışında önemli bir iz oluşturur. Bu da geleneğin bir parçası değil midir?
Şimdi Sincan İstasyonu’nda yaşıyor. Şiir Odası’nın penceresinden bakmaktan sıkılınca bir agora hevesine kapıldı. İstiyor ki, edebiyat cumhuriyetinde yaşayan her yurttaş o istasyonda buluşsun, ölülerimizi unutmayalım aman! Onlar da gelsin…

Yeni yorum gönder