Ferruh Tunç
Şifa dağıtıyor ölü bir tarihin hortlakları
24 Saat açığız diye haykırıyor
buna karşın yarın acenteleri
Heveslerin insanıysa şaşkın
Yurttaşın zihni parçalanmış
“bakınız..” diye giriyor söze, kadrolu televizyon tartışmacımız...
Kısmen polis
Kısmen hırsız
Kısmen dikkatli
Kısmen dalgınız
“Her şeyden önce...” diyerek başlıyor yazısına, her günkü köşe yazarımız...
Kapitalistiz, feodaliz
post-modern ve de oryantaliz
“Yapılan son araştırmaya göre...” diye bilgilendiriyor bizi, saçaklı Web-a Sayfamız...
İşçiler patron oldu (Yaşasın!)
Patronlar çağ atlamış (İnanırsanız...)
Sızlanıp duruyor cim (Savcısının) karnında, itirafçının itirafçısı itirafçımız...
Hidayete erecek diyorlar bazılarımız, alışacağız
“Münkirler cehenneme!” giderlerse, arayacağız
“Size gelsin” diyor, “bu unutmak şarkısı”, sesler süvarisi arkadaşımız:
“Şiir bir ülkenin vicdanıdır derlerdi eskiden, billahi yalandır.”
Dip su gibidir, kimi deli çay gibidir kavimler, gelirler
Sevgili gibidirler
Kısmen sadık eş, kısmen metres kadın
Kısmen işbirlikçi, kısmen yurtseverdirler
Çağdaş, tutucu, laik, dindar, milliyetçiler
Bazı Türk, bazı Kürt, bazı Çerkez
Eskiden Alevi, sonradan Sünni’dirler
“Bu kararlı karmaşanızı sakın bir yana bırakmayınız!”
diye öğütlüyor, dolaylı dilleriyle, emekli büyükelçiler...
Kısmen cüz, kısmen bütünüz
Asılız, aslı gibiyiz, suretiz; dahi kopyayız...
Tarafsız bir dille aktarıyor merkeze, bütün bu olanları, yabancı gözlemciler...
Durum endişe verici kimine göre
Oldukça ümitli, ötekine sorsanız
“Ündür yorumu bugünün” diyor, yedi-yedi atan bir zar sahibi derken gökdelenlerden...
Hülya Avşar, İbrahim Tatlıses
Deniz Baykal, Recep Erdoğan’ız
Bense; şairliğe vurdum kendimi, yalan yanlış yazarım...
Vesaire, vesaire, ardından üç noktayız
Herkesiz... her şeyiz... birazız... fazlayız...
Hiçbir şey... de diyebiliriz buna... hiç kimse...
bir... diğer... bir başka... deyişle...
Bir ad arıyorum, ana rahminde zavallı bir bebek
gibi kıvrılmış bugüne...
Ana rahminde mi, zavallı mı, bir mi, bebek mi
kıvrılmış mı, bugün mü, diye diye...
Bilmenin peşinde kaybettiklerime ağlarım.


“Şiir öldü!” diyenlere, ‘hiç olmazsa “Melez Zamanlar’ okumadan karar vermeyin’ demek isterim. Ferruh Tunç, bu yeni kitabında, Türkçenin bir kez daha dünyayı kuşatma gücünü icra ediyor. Şiirde sonuncu örnek. Türkçede bu yönde ilk havalanış Nâzım Hikmet ile olmuştu. Umut dolu bir devrimden sonra, dünyayı “enternasyonal”in kuşatacağına olan inançla açılıp güçlenmişti onun şiirinin kanatları. Dünyanın bütün renk ve dertlerini kuşanmış bu Nâzım kuşu; kanatlanışıyla birlikte hem imparatorluğun dilinden kurtarmıştı şiiri, hem de sonsuza açmıştı özgür kanatlarını. Devrim selinin ortasında koca bir kayaya tutunmuş, rüzgâra doğru delicesine ötüşen bu kuşun kanatlarını, iktidarların kırdıklarına tam inandıkları zamanlarda, “Laleli’den dünyaya doğru giden bir tramvay” kılığına büründü şair; hem de beklenmeksizin, birden bire. Sonra Melih Cevdet, Oktay Rifat, Dağlarca, Edip Cansever, Turgut Uyar ve birçokları kanat açtılar, o güneşli dünyaya doğru.
Son örneklerden birini geçen hafta anmıştık: Mehmet Yaşın, “Akdeniz’den dünyaya doğru” açılan şiirini kurmaktaydı yıllarca. Akdenizli önceki şairlerinkinden farkı, küresel dünyada “İthake’nin” olamayacağına dair poetik, politik ve dahası bizzat kendinden denenmiş bir inançtı Yaşın’ınki. Çağının “küresel birey”ine bu inancı vaaz eden bir şiir dili bulabilmişti. Yerçekimi merkezi olarak da yine Akdeniz’i göstermekteydi.
Ferruh Tunç’un şiiriyse ipi kopmuş bir balon gibi dolaşıyor dünyada; işte, yeniden zuhur eden bir flaneur olarak. İpinin koptuğu yer apaçık, Türkiye. Şairse uzaklaştığı anıların seyrine dalmış, bugün içinde gördükleriyle buluşturup seyrin keyfini çıkarıyor. Keyif denebilir mi buna? Ama ne kadar acısı varsa o kadar da neşesi var. Acıdan kurtulmuş gibi rahat, komik ve ironik, o acıları bir daha yaşayacakmış, hatta bilmeden yaşıyormuş korkusuyla depresif, kötümser. Er geç Türkiye’ye dönecekmiş gibi de hem kaygılı hem sevinçli. Sevinçli çünkü bu ülkede “nefis” hayatlar var; onu dilinden biliyor. Aşk var tüm dünyayı kuşatan imkânlı duygusuyla; saklanmış tozlanmış, yan çizilmiş toslanmış olsa da. Türkiye’nin dünyadan başka bir yıldızda olmadığını anlamış; o yüzden, içinde İthake umudu sönmemiş. Ama Brecht’in hissettiği gibi bir umut bu, epeyce kuşkulu: ( “ Gidiyorsun / git / döndüğünde gelen sen misin / dönülen ben miyim”) gibi de düşünmeden edemiyor kendini. Bu yüzden de yersiz-yurtsuz; “ışığın gölgeye, yontunun eyleme olan borcunu ödemek için olmalı / arıyordum, kıyametten sonra arkadaş ordusundan kalanları” diyen bir Odysseus olarak dolaşıyor dünyayı.
Melez Zamanlar ve benzeri yolda gelişen şiir için “küreselleşmenin şiirdeki etkisi” diyenler çıkabilir. Kimi hoşnutlukla, kimi de tiksinerek. Şair de tiksinenlerden ama anlamaya çalışanlardan, anlayıp da coşmayanlardan; “tarihin kaçınılmaz gidişi” diye bu dev selin hızını görmeyerek. Kendini akıntıdan kurtarmak için “negatifleşme” çabasına bilinçle tutunuyor. En kapalısından bir örnek: “Biletler buna göre satılıyorken her gün gişelerde /Şaşıracağız elbette, hangi kapıdan çıkacağımızı / Sahneye mi? / Mi sahneden?” diyor örneğin. Sahnede olmayı istemeyenlerin “yamuk” duygusuyla bakan kişi, bakışının gücüyle gönenir çok zaman ve bundan güç alır. Tunç’un gönenmesini de okuyabiliyoruz, evet, böbürlenmesini de. (“Ooooof, çok bi Che Guavera olmuş bu şiir!!”) dendiğini de bilerek). Oysa kendisini de kirlenmiş sayıyordu önceki dizelerde: (“unutamayız yine de kirlendiğimizi” ya da şu: “bunları niye mi sakladım / Her şeyi ne güzel unutmuşken? // Suçluluk Müzesi’ne bağışlanmak için olmalı.”) Böbürlenme, kendini bu dünyanın kirli bir parçası olduğuna, suçun da parçası olabileceğine dair kuşkuyu taşımadığı durumlarda, su gibi ortaya çıkıyor. (Suç paylaşımının dışına çıkabilmiş kişiliklerden güç alıyor:“Che!. Hepimize sormalı: pijamalı Che olur mu? Olursa yaslandığı dağı taşı düze indikten sonra pazarlayan “Şişman Zeybek” olmaz mı?) “Biz” sözcüğüne yükleyip, çoğu kez suçu anonimleştirerek kurtarıyor ruhunu şair. Küresel köyde iradi küçülmenin acısını bastırmak için de böbürleniyor olabilir.
Bu durum “şair tabiatı”nın bir hali mi acaba? İki farklı yüzyılın şair karakterlerini hızla karşılaştıralım. 20. Yüzyıl başında fütüristler, makineleri taparcasına abartıyorlardı. Dahası, “Makineleşmek istiyor”lardı. Ama aydınlanmanın “insan bir makine” bilinci, mekanik tutkusu, olumsuz bir kehanete uğradı çok geçmeden: gerçekten “insan bir makine parçası” olakaldı. Başkaldıranlardan olmak, (Che gibi), yine ütopyasını asla yitirmeyen iradecilerden çıktı. Ya da Yunus gibi olan çilecilerden: “Dilin ile şakısın / Çok mânâlar okursun / Vara yoğa kakırsın / Sen derviş olamazsın”. Bugünün şairiyse, makinelere kahrediyor toptan, kakıyıp duruyor, Yunus’un kendinde bulduğu sıradanlaşma kaygısındaki hal gibi. Ekonomi politiğin, toplumbilimin, pazar-siyaset ilişkisinin, tutuk kalmış akıl çağının kayıp kişisinin de birer makine parçası, konumu yukardaysa makine fabrikası olduğunu unutmayalım. Sonuçta, biraz kulak versek ‘çıkarın beni bu makinelerden dışarı’, diyen şairlerin ağıtıyla çalkalanıyor olduğunu duyacağız, yirmi birinci yüzyılın.
Bütün bu çarkın anlamca, akılca (sözcükler arasında kurulu kendiliğinden akıl), tince farkında olan Tunç, çelik çark içinde dönmediğine inandığı anlardaki parlayışını şiire yansıtabildiği için güçlü ve yepyeni sesiyle gelen bir şair. Şiiri entelektin pençesinde görenlerin bile dikkatini çekecek bir yapıt, Melez Zamanlar.
Melez Zamanlar, daha çok üzerinde durulacak yenilikler taşıyor; bereketli ilhamlar getiriyor Türkçeye.

Yeni yorum gönder