Tektekçi meyhanelerde terlemişti içimdeki çakal
Bıyıklarımın hâlâ ayva ve rakı kokması bundandır
Kendimi en zâlim şarkılar makamına yolcu ederken
Fiyakamı ödünç alırdım açıkhava sinemalarından
O zamanlar biz, ohhoo iki kafadar bir araya gelsek
Yelkenleri fora edip hayallerimize, giderdik giderdik
Sesimiz sıtma görmemiş ruhumuz mürekkep içmemişti
! Hercai birer nidâ idik yıldız şavklarıyla oynaşan
Mürekkep dedim de başıma belalar açan mektuplar
Yazardım yeşil mürekkepli pelikan dolmakalemimle
Hasarlı bir hayat gibi duruyor hâlâ o pelikan bende
Babamdan yalvara yalvara almıştım orta ikide
Esat Mahmut Kerime Nadir günleriydi, bir de Pekos Bill
Çilli bir kızda denedim kemendi ilk kez boşa çıktı
Okul ve ev kaçağı sayıldım, adım hep öyle kaldı
! İmlâsızdım anneme sorsalar, haylaz bir nidâ
Genciken, günler her şeye yeterken, berduş bulutlar
Gibi dolaşırken dünya denilen alacakaranlık güzergâhta
Cesaretimi ilk kez nerede keşfettim düşünsem hatırlarım
Belki korkuyu tepeden tırnağa yaşadığım bir gündü
Söz çakmaktaşından sıçrayan kıvılcım olsa nafiledir
Hükmü hengâmedir artık kalbim dediğim muallakta
Geyiğini yitirmiş dağ, şiirini unutmuş dil neye yarar
! Hepsi acı bir eyvah olmuştur, sitemkâr bir nidâ
Polisle çatışırken bitti galiba çocukluğum ve ilkgençliğim
Yoldaşlık günleriydi; “Kardeşler!” diyordu içimizden biri
“Dağın geyiği, dilin şiiri tanık olsun; anamızın ak sütü
Tanık olsun ki haklıyız, kazanacağız!” Barikat günleriydi.
Yaralı bir kardeşi taşırken omzumda, cesaret diyordum
Sesimde tereddütsüz geziniyordu en delişmen tay
Vahşi bir vadiden akıyorduk toynaklarımız kan içinde
! Alev bir nidâ idik ve arkadaşlık günleriydi
Hayatın bir hikâyesi varsa bizimki biraz da bu idi işte
Ölüm en gencimizden yakaladı, on yedisindeydi
Şimdi uzun uzun susuyor belleğini yitiren kim varsa
Çağ nedir, unutuş ne; zaman bir iğne deliğinden geçip
Darası oluyor birikmiş anıların ve ölümlerin
Kekeme bir tarih yazıcısının bize ayırdığı sayfada
Kanlı bir nidâ işaretiyiz, tarihin imlâsını bozan
! Yaralı bir nidâyız yaşadığımız bu dünyada


Ahmet Telli (1946): Nidâ, Ahmet Telli’nin son şiir kitabı, Everest’ten bugünlerde çıktı. Bu onuncusu. Yangın Yılları ile (1979) başlayan serüven, büyüyerek, güçlenerek, aktığı vadiye iyice yerleşerek, ona yeni biçim ve ahenkler vererek devam ediyor. Ahmet Telli, şiire başladığı yılların anısını, ruhunu, niyetini ve kendi gençlik duygusunu hiç terk etmedi, her eline kalemi alışta “acemi”. Her zaman gençlik yıllarına dönerek yazdı, bir borç öder gibi o yıllardaki kendine ve arkadaşlarına. Nâzım’ın “19 Yaşım” şiirindeki “bağlanma” duygusu Telli için de geçerliydi. Bağlanmanın bedeli neyse o da şiire dahil biçimde. Bugün geçmişi onun gibi duyumsayan birkaç şair ya var ya yok. O geçmişte gömülü bir ukde var Telli’nin şiirinde yaşayan. O ukdede bugün bütün direniş ve başkaldırmalarda gördüğümüz, hak, adalet, özgürlük ve eşitlik arayışının zorla bastırılmışlığına karşı yeni bir isyan kararlılığı var; o yılların deyimiyle yeni bir dünya arayışı var. Ukde ise, “yaralı bir nida” olarak yaşamak zorunda. Zorunda kalmak sözünde kişisel bir acz değil, tarihsel bir durum var kuşkusuz. Bunu bilmek, bunu göğüslemek, şair olmanın koşulu bu ülkede, belki de her ülkede. Toplumsal travmalardan sonra ruhumuzu sağaltan psikiyatrlardan çok şairler oldu. Dizeleri bir dua gibi mırıldarken bulduk sağaltımı, içerde ve dışarıda. Ahmet Telli, faşizmin bireyi aşağılayıcı şiddetinden kendi ruhunu bu şiirlerle kurtarmıştı. Biz de o kurtuluştan bazı şairlerin ve onun şiirleriyle nasibimizi aldık, alıyoruz. Ahmet Telli’nin şiirinde bizi sağaltan, sözündeki lirizm kadar, söyleyişindeki inançtır. İnandığını yazan olmak yetti onun için, bundan daha fazlasını ne şairlik ve ne ün adına istedi. Bu inancın bir lirizmi vardı, bu lirizmi her vurucu sözden daha fazla korudu. Bu tutum poetikası ve etikası olmuştur. Ölen arkadaşlardan kalan anı, yaşamaya bağlar onun dizelerini, kederiyle yalansız yüzleşme, ağıdını saklamama, yaşananları unutmama mirasıdır bir bakıma. Hapisteki ya da sürgündeki arkadaşların varlığı, dışarıdaki büyük hapisanede onların tutsaklığıyla buluşma vesilesi olur. Caddeler volta avlusuna dönüşür, dağlar umut ve özgürlük mekanlarına, odalar yaraları sarma sığınaklarına. Bu yalnızca bir avunma değil, bugünü yaşamanın da koşuludur. Yüzü geçmişe döndüğü anda bile, yeni için dönüktür. Bütün insani halleri her koşulda gözetti; aşkı, ayrılığı, gitmeyi, özlemeyi ama her şeyden önce unutmama vefalılığını. Vefa, sevgiliden istenir ancak, dosttan beklenir. Konstantin Simonov’un 2. Dünya Savaşı boyunca Sovyet askerlerinin dilinden düşmeyen “Bekle beni” şiirine nazire yazması bundandır. Telli’nin şiirinde Yahya Kemal’in bir zevk bulmadığı, Nâzım’ınsa iliklerinde hissettiği Rus romantizmine benzer bir romantizmi görmemek olanaksız. Bazen Yesenin kadar kederli türküler söyler, bazen Mayakovski kadar epiktir, bazense Pasternak gibi aşk sorunsalı içinde gönüllü tutsağın ezgileriyle gezinir. Özenle koruyup geliştirdiği şiirsel olanaksa Türkçenin kelime buluşmalarında saklı ahenktir. Bu konu Servet-i Fünun döneminde ortaya atılmış ama sahipsiz kalmıştı. Hece mi aruz mu tartışması konunun üstünü örtmüştü. Nâzım Hikmet hapisanede düşündü kelime olgusunun ve şunları söyledi:
“Türkçede hece yok, kelime vardır. Uzun kelimeler, kısa kelimeler ve yuvarlak kelimeler. Hele Türkçedeki “R” yok mu? Bu bir tekerlek gibidir. En uzun ve ağır cümlelerin altına girerek onları, her halde İstanbul tramvaylarından çok daha fazla bir süre yürütürler.”
Bu sözün doğruluğunun ispatı ve bir icrası mı? Yukarıdaki “Nidâ”...

Ahmet Telli şiirlerini ben de çok severim. Çok güzel de bir şiirini seçmişsiniz. Tebrik ederim.
Yeni yorum gönder