Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Dosya


Dosya

12 Eylül: Edebiyata Bir Darbe // Edebiyatta 12 Eylül izleri




Toplam oy: 967

Bölüm 1: Edebiyatta 12 Eylül izleri


Müge Karahan

 

 

 

Darbeler bağlamında hayli kabarık bir sicili olan Türkiye’nin yakın tarihindeki iki darbe; 12 Mart ve 12 Eylül, edebiyat ve yayıncılık üzerinde etkileri en çok hissedilenler. Ancak bu iki darbenin etkilerini daha iyi anlamak için 12 Mart’ın da gerisine giderek, mücadele yıllarının ardından gelen 60’ların kültürel ortamına kısaca göz atılmalı. Nitekim bu dönemlerde, 27 Mayıs’ın ardından gelen bu mücadele sürecinin etkisiyle yayıncılık biraz olsun nefes alabilmiştir.



60’lar, çeviri faaliyetlerine önem verilen, grafik ve editörlük gibi alanlar için yeni yeteneklerin ortaya çıktığı, yayıncılığın her bir alanının önem kazandığı bir dönemdir. Ancak çok geçmeden gelen 12 Mart’la birlikte yayıncılık da bir darbe alır. Kitapların toplatılıp yakıldığı ve kitap yüzünden aydınların tutuklandığı bu dönemde yayıncılık açısından önemli olan gelişme Türkiye Yazarlar Sendikası’nın ilk genel kurul toplantısını yapmasıdır. Ticari açıdan da, hızla artan enflasyon nedeniyle kitap piyasasında dengeler bozulmaya başlamıştır.

 

 

 

İstisna değil kural

 

 

 

 

12 Mart’ın yarattığı kargaşa bitmeden nihai darbe olarak 12 Eylül gelir. Aydınların suikasta uğraması, tutuklamalar, yasaklar, gözaltılar, sorgular, işkenceler, YÖK’ün kurulması ve öğretim üyelerinin tasfiyesi gibi nedenlerden ötürü kültürel ortamın gerçek bir yıkıma uğraması bir yana, gündelik hayatın sıradan seyriyle akması bile mümkün değildir. Ülkede olağanüstü hal hüküm sürmektedir. Kültür hayatına da büyük etkiler edecek olan yeni anayasayla birlikte bu olağanüstü hal istisna olmaktan çıkıp kurala dönüşür. Baskı ortamı gündelik hayatı ve kültürel ortamı yakıp yıkar. Sonrası için anlatılansa hepimizin bildiği hikayeler: Özal döneminin getirdiği bir takım “özgürlük”ler, bireycilik, uluslararası pazara ve dünyaya entegrasyon, küreselleşme süreçleri...
 

 

 

 

Gürbilek: Bir öncelik-sonralık sorunu

 

Vitrinde Yaşamak kitabında, kendi deyimiyle bir anlamda 80’leri dönemselleştirmeye çalışan Nurdan Gürbilek o dönemlerin ikili havasını şöyle özetler: “... 80’leri dönemselleştirebilmek, onu tarihsel bir dönem olarak ayrıştırabilmek için, ilk bakışta birbiriyle çatışan iki temel özelliği kaydetmek gerekiyor. 80’ler bir yandan çerçevesini baskının, yasağın devlet şiddetinin çizdiği bir dönemdi. Bir yandan da toplumun daha az tanışık olduğu bir başka iktidar biçiminin, ilk bakışta kendini bir kusursuzluk olarak sunan, yasaklayıcı değil oluşturucu, kışkırtıcı, içerici bir iktidarın etkili olduğu yıllardı. Bu iki özelliğe, 80’lerin bu iki ayrı yüzüne ilk bakışta bir öncelik-sonralık sorunu olarak bakılabilir; 80’lerin ilk yarısına darbenin, baskının, şiddetin; ikinci yarısına görece özgürleşmenin, daha modern, daha sivil bir iktidarın damgasını vurduğu söylenebilir.”

 

Bütün bu dinamikler elbette kültürel ortamın ve dolayısıyla edebiyat ortamının da belirleyicisi olacaktır. Gürbilek’in tarif ettiği ve kültürel iklim bağlamında da değişken bir hava yaratan bu karmaşık ortamın yayıncılık açısından, ilk eldeki olumlu etkileri 80’lerin ortalarına doğru kurulan yeni yayınevleridir. 80’lerin başında yaşanan acılar ve kayıplar henüz çok tazeyken yayıncılık alanında etkisi bugünlere varan birkaç güzel gelişme de olur. 80 sonrasında kapatılan, dağıtılan yayınevlerinin ve tutuklanan, işkence edilen, öldürülen yayıncıların, aydınların bıraktığı boşluğu doldurmaya meyleden birkaç kıpırtı görülür. Kültürel ortamda genel anlamda yaşanan yokluk hissiyle birkaç yeni yayınevi kurulur. Entelektüel ortamın darbeyle birlikte dağılması, öğretim üyelerinin tasfiyesi, aydınların tutuklanmaları ya da kaçmak zorunda kalmaları nedeniyle yayıncılık, düşünsel faaliyetlerin kaynağı olma umudu taşımıştır.

 

 

 

Çeviri faaliyetleri hız kazanır



Bütün bunların etkisiyle 80’lerin ortasına doğru, o zorlu dönemde yayın programlarında çeviri sol külliyata da yer veren, kuramsal kitaplarla öne çıkan- İletişim, Metis gibi-  yayınevleri kurulur. 12 Eylül’ün ceberut ve karanlık gölgesinden kafalarını çıkarmayı başaran bu yayınevleri bundan sonraki kültürel ortama önemli katkılarda bulunacak ve ortaya çıkan boşluğun, eli kolu bağlayan vaziyetin biraz olsun dağılmasına vesile olacaktır. 

 

 

 

Dünyayı takip etmek

 

80 sonrasının “özgürleşme”, “dışa açılma” havasının yayıncılığa en önemli katkısıysa dünyadaki yayıncılığın –fuarlar vesilesiyle de- takip edilir hale gelmesi olabilir çünkü bu dönemde özellikle kuramsal ve inceleme türünde çeviri kitaplara daha sık rastlanır.  Aslında bunun bir diğer önemli nedeni, cumhuriyetten sonra ulusal bir edebi kanon oluşturma çabasıyla özellikle de edebiyat dışındaki çeviri faaliyetlerine pek fazla ağırlık verilmemiş olmasıdır. Bunun da yarattığı boşlukla birlikte 80’lerde yayıncılar dünyayı izleme, o günlerin deyimiyle “dışa açılma” imkânı bulur. Önceden ihmal edilen çeviri faaliyetleri hız kazanmaya başlar.

 

 

 

Küçük yayıncıların yerine sermaye sahipleri

 

Ancak Gürbilek’in de ifade ettiği üzere 80’lerde çatışan özelliklerinin yani darbenin ve baskının ardından yüzünü göstermeye başlayan bu özgürlükçü ortamın ve dışa açılmanın sonucunda şekillenen kültürel ortamın ve koşulların yayıncılığa yalnızca olumlu katkıları olduğunu söylemek zor.



Darbenin baskı ortamının yayıncılar açısından yarattığı sıkıntılar bir yana, bu baskı sonrasında ortaya çıkan sözde özgürlükçü, serbest hava da edebiyat ortamı açısından bambaşka bir dönüşüme de neden olur. Öncelikle, 12 Eylül darbesiyle birlikte, Anadolu’da ve İstanbul’da iş yapan küçük yayıncılar ve kitabevleri dağılmıştır.



Kitapçılıktaki bu durgunluk bazı büyük şirketlerin ekmeğine yağ sürer ve bazı güçlü kitabevleri, bu boşluktan ve yokluktan faydalanarak zincir mağazalar halinde çoğalmaya, 2000’lere doğru hızla artan alışveriş merkezlerinde konuşlanmaya başlarlar. Bir bakıma eskinin küçük ve nitelikli yayıncılarının, kitabevlerinin yerini sermaye sahipleri alır. Dağıtım işi yine bu sermayedarlar nedeniyle küçük yayınevleri için ticari açıdan büyük bir külfet olmaya başlar ve hatta gitgide tekelleşir. Küçük bütçeli ancak nitelikli dergiler ve yayınların, bu dağıtım külfetini kaldıracak gücü yoktur.

 

 

 

 

İlk kitap fuarı!

 

Bu dönemde kitap piyasası ve okuru açısından yeni sayılan bir gelişme daha yaşanır; 1982 sonunda İstanbul Taksim’de pek çok yayınevinin katıldığı bir kitap fuarı açılır. Fuarın gördüğü büyük ilgi, gelecek yıllarda da devamının gelmesini sağlar. Fuar, yayıncılara sağladığı satış imkânının yanı sıra, düzenlediği paneller ve imza günleriyle okurlara da çeşitli etkinliklere katılım fırsatı sunmuş; yayıncılık için gerekli bir kamusal alan oluşturmuştur. Sonuç olarak fuarın kitap piyasasını canlandırdığı söylenebilir.

 

 

 

 

 

'Bestseller' kavramı devşirilir

 


80’li yıllardaki bütün bu gelişmelerin ve yeni 'kültürel iklim'in etkisiyle kitapçılığın profili ve hatta kitabevlerinde ön raflara çıkan kitapların türleri de değişir. Sözgelimi,  'bestseller' denen ithal bir kavram ortaya çıkar. Bazı yayıncılar, yayın çizgisini buna göre belirlemeye başlar. Kişisel gelişim kitapları, tam da 'birey'in, 'gelişim'in ve 'açılma'nın önem kazanmasıyla birlikte pıtrak gibi çoğalır. Aslında yine Gürbilek’in ifadesiyle söyleyecek olursak, “80’lerin ortasında Türkiye’de, neredeyse baskı döneminden çıkıldığı yanılsamasını doğuracak yaygınlıkta bir söz patlaması yaşanmıştır” ve bu söz patlaması yayıncılıkta yeni yazarların ve kitapların patlaması anlamına gelmektedir. Herkes kendi sözünü söylemek, kendi hikayesini yazmak ister hale gelir. Özel hayata daha kolay girilebilmesi ve özel hayatlara 'özel' bir ilgi duyulması sebebiyle yazılarında ve kitaplarında kendilerini anlatan yazarlar popülerleşir, ünlülerin hayatını anlatan biyografi kitapları rağbet görmeye başlar. Kısacası 12 Eylül darbesinin ardından gelen 80’ler yayıncılıkla birlikte edebi alanı da dönüştürmeye başlamıştır.

 

 

 

 


 

 

 

 

Bölüm 2: Darbe edebiyatı

 

 

12 Eylül’ün kitaplar, edebiyat ve okur-yazar kitlesi üzerindeki etkilerine bakarken 'darbe edebiyatı' diye adlandırabileceğimiz bir türden de söz edebiliriz: Bilindiği gibi, 12 Mart ve 12 Eylül edebiyatı neredeyse birer akım olarak şekillenmiş, değerlendirilmiş ve kendi içlerinde de birbirleriyle kıyaslanmıştır.

 

12 Mart döneminin sancılarını en çok çekenler arasında eli kalem tutan aydınların ve edebiyatçıların olması sebebiyle, 70’lerin edebiyat ortamına 12 Mart anlatıları damgasını vurmuştur. Olayları yaşayan herkes, o ya da bu şekilde 12 Mart’ı anlatmak ister. İşin aslı, siyasi ortam ve yaşanan onca acılı kayıp, döneme damgasını vuran toplumcu edebiyattan uzaklaşmaya pek imkân tanımamıştır. Dönemin acılarını paylaşmış aydınlarından Erdal Öz’ün bugün hala ilgiyle okunan kitabı Yaralısın, 12 Mart romanı diye anılan bir türün ortaya çıkmasına vesile olur.

 

 

 

 

 

'Aylak Adam' ile 'Tutunamayanlar'

 

Birey odaklı ve dolayısıyla toplumcu çizgiden uzak olan 1959 tarihli Aylak Adam romanıyla Yusuf Atılgan ve tam da 70’li yıllara denk gelen Tutunamayanlar romanıyla Oğuz Atay, dönemin darbe romanlarının şekillendirdiği toplumcu gerçekçi çizgiden farklı bir yolda gidiyorlarsa da, bu yapıtlar, bugün yarattıkları etkiye o zamanlarda sahip olamamışlardır. Bunun en önemli nedeni de toplumsal koşulların biçimlendirdiği ihtiyaçlar ve kültürel ortamdır. Yaşanan acılar, 12 Mart’ın anlatılması gibi bir gereksinme ortaya çıkarmıştır.

 

Bu noktada 12 Mart romanlarını birkaç temel eğilime göre sınıflandıran Ömer Türkeş’in değerlendirmesine kulak verilebilir. Ona göre, farklı 12 Mart romanı kategorileri şöyledir: “Birincisi, sola sempatisi olmakla birlikte, bu somut tarihsel/toplumsal dönemi kavramakta yetersiz kalıp, yitirilmiş gençlere yakılmış birer ağıt olmaktan ileri gidemeyenler; ikincisi, 12 Mart dönemini içinden yaşamış ya da kavramayı başarmış yazarların dönemin gerçekliğini sergileyen romanları; üçüncüsü küçük burjuva aydınını konu edinenlerdir.”

 

Ömer Türkeş Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’ını üçüncü kategoride anarak 12 Mart romanlarına dahil eder. Oysa Atay’ın bugün kült haline gelen bu eseri o dönemde, diğer kategorilere uygun düşen 12 Mart romanlarının güçlü etkisine de bağlı olarak okuyucu kitlelerini çok fazla çekmemiştir. Bu noktada Türkeş, 12 Mart romanlarının o zamanki bu güçlü etkisine ilişkin şu değerlendirmeyi yapar: “Bu romanların yazıldığı tarihlerde, Türkiye’de geçmişini 12 Mart öncesi siyasi yoğunluklara dayandıran daha yığınsal bir devrimci pratiğin başlaması da, romanların büyük ilgi görmesine, ama estetik ve ideolojik sorgulamalarının ihmal edilmesine yol açtı.”

 

 



 

 

 

 

12 Eylül ile 12 Mart

 

 

Benzer biçimde, 12 Mart’tan kısa süre sonra bir sonbahar başlangıcında gelen 12 Eylül’ün etkisi de edebiyat dünyasını sarıp sarmalamıştır; ideolojik sorgulamalar ve birtakım muhakemeler için, edebiyat yine elverişli bir alan olmuştur. Ancak yine de 12 Eylül sonrası edebiyat ortamını, 12 Mart sonrasında hâkim olan havadan ayırmak gerekir. Bu iki darbenin edebiyat dünyasını kuvvetle şekillendirmesi ve kendi edebiyatını oluşturması bir yana 12 Mart ile 12 Eylül sonrasının kültürel iklimleri arasında temel farklar vardır ve bu durum iki darbe edebiyatı dönemini, hem okurlar hem de yazarlar bağlamında birbirinden ayırır.

 

Bu farklılıklar, 12 Mart edebiyatıyla 12 Eylül edebiyatının karşılaştırılmasının da önünü açmıştır.  Sözgelimi 12 Mart romancılarının ilk akla gelenlerinden Erdal Öz, 12 Eylül’ün etkisinin 12 Mart’la aynı olmadığını söylerken bunun nedenlerini araştırır. 12 Eylül olaylarının edebiyata daha az yansıdığını öne süren Öz, bir yazısında bunun nedenlerini sorgular. Ona göre bunun önemli nedenlerinden biri “12 Eylül’ün acımasız bir bombardıman olması”dır. Bu bombardıman bütün kültürel ve edebi faaliyetlerin, yayıncılık faaliyetlerinin sönümlenmesine yol açmıştır.

 

Aynı şekilde Ömer Türkeş de bütün kültürel ortamı etkisi altına alan 12 Eylül dönemini, 12 Mart döneminden ayıracaktır. Türkeş, “Her ne kadar 80’lerin sonunda yükselen yeni bir sol roman dalgası ortaya çıkmış olsa da belleklerde yer edecek bir 12 Eylül külliyatından söz etmenin zor olduğunu” söyler. Türkeş’e göre, edebiyat dünyasının yüz değiştirmesi, 12 Eylül darbesiyle birlikte devrimci hareketin ezilmesinin ardından kalan yenilgi, yorgunluk hislerinin bir sonucudur: “Her alanda olduğu gibi edebiyat dünyasında da zaman ve bellek yitimine eşlik eden bir unutkanlık, hatta reddiye, siyasi olana sırtını dönme ya da sol duyarlılığı küçümseme refleksi geliş(miş)tir.”

 

 

 

"12 Mart daha etkindi"

 

Sonuç olarak Erdal Öz gibi Ömer Türkeş de '12 Mart edebiyatı' diye anılan bir türün yanına 12 Eylül edebiyatını yerleştiremez. 12 Eylül, kendi anlatılarını ortaya çıkarmış, Türkeş’in de dediği gibi 80’li yıllarda bir sol roman dalgası yaşanmıştır. Ancak bütün bunlar, 12 Eylül’ün edebiyata 12 Mart kadar yansımadığının söylenmesine engel olmaz. Aradaki farkın temel nedenini en iyi şekilde ortaya koyanlardan biri de yine Ömer Türkeş olacaktır: “1970’li yıllarda 12 Mart’a ve o dönemin gençlerine dair romanlar yazıp övgüler düzen yazarların da artık siyasi konuların yakınından bile geçmemeleri, topluma egemen olan ideolojinin ve bu coğrafyada yaşayan yazar-birey psikolojisinin başka bir göstergesi olarak düşünülmelidir.”

 

 

 

 

“Edebiyat alemlerinde haz duygusu”



Bu noktada, Nurdan Gürbilek’in sözünü ettiği, 80’lerin çatışan ortamını hatırlatmakta fayda var. Çünkü 12 Mart ile 12 Eylül sonrasının temel farkı ve 12 Eylül’le birlikte yayıncılığın ve edebiyatın başka türlü dönüşmesinin nedeni, 80’lerin ikinci yarısında kendini gösteren, 'özgürlükçü', 'bireyci', 'dışa dönük' olan yeni kültürel iklimle de açıklanabilir.  Edebiyat ve yayıncılık alanındaki bu dönüşümü en kısa haliyle anlatmak için Ömer Türkeş’in şu satırlarını son söz olarak söyleyebiliriz: “‘Özgürleşen’, ‘bireyselleşen’ ortamda, siyasi alanda olduğu gibi teorinin, estetik tartışmanın, edebiyat tarihi ve sosyolojinin de önemi kalmadı, çok satarlık ve –biraz da postmodernliğin etkisiyle- haz duygusu egemen oldu edebiyat âlemlerine. İşte bundan sonradır ki, akıntıya karşı direnmeye çalışan ve Marksist estetiğin yeni biçimleri üzerinde duran edebiyatçıların bütün çabalarına rağmen, artık metinlerde ideoloji ve politika okuması yapılmasının modası geçmiştir.”

 

 

 

 

 

 

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Dosya Yazıları

Günlük yaşantıdaki kurallar çoğu zaman, yazılan eserler için de geçerlidir. Zorla gerçekleşen, kendine biçilen rolden fazlası istenen veya aşırıya kaçan her şey güzelliğini yitirir. Şair Eyyüp Akyüz, son kitabı Eskiden Buralar’da, adeta bu bilginin ışığında şiirlerini uzun tutmadan bitiriyor ve akılda kalan mısraları bize yadigâr kalıyor.

 

-Kimsin?

-Anneannemin torunuyum.

 

Divan Edebiyatı, sahibi meçhul bir kavram. Her halükârda 20. yüzyılın başında ortaya çıktığı konusunda bir tartışma yok. İskoçyalı oryantalist Elias John Wilkinson Gibb’in 1900 yılında yayınlanan Osmanlı Şiiri Tarihi kitabında bu kavrama hiç yer verilmez. Hepsi batılılaşma döneminde düşünülen isim alternatiflerinden biridir “Divan Edebiyatı”.

Arap coğrafyasında üretilen roman, öykü ve şiirler son yıllarda edebiyat gündeminde karşılık buluyor. Avrupa başta olmak üzere Batı’da düzenlenen büyük ve uluslararası kitap fuarlarındaki temsiliyetin güçlenmesi, en yeni eserlerin prestijli birçok ödüle değer görülmesinin bu ilgideki payı büyük elbette. Batı’nın doğuyu gördüğü “egzotik göz”le romantize edilemeyecek bir yükseliş bu.

Yirminci yüzyıl başlarında İngiltere genelinde Müslümanlara yönelik hasmane tavırlar öne çıkarken, İslam’ı seçenlerin sayısında da gözle görülür bir artış söz konusudur. İslam’la müşerref olan bu şahsiyetler, yeri geldiğinde İslam dünyasının savunucuları olarak da önemli faaliyetlerde bulunmuşlardır.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.