Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Dosya


Dosya

A'dan Z'ye Ayfer Tunç




Toplam oy: 427

Bugün (2 Mart) Ayfer Tunç’un doğum günü. İpekli Mendil yazarlarından Eda Yavaş’ın, Ayfer Tunç öykülerinden yola çıkarak hazırladığı mini bir sözlükçeyle yazarın doğum gününü kutluyoruz. İyi ki doğdun Ayfer Tunç!

 

ANNE: “Durmadan sızlanan, bir türlü memnun olmayan annemi, şimdi, başka türlü anlıyorum. Yaşadığı yerlere alışmış o. Hiçbir yerin yabancısı olamıyor. Oysa eskiden ne kadar başkaydı. Her rüzgârda incecik sallanan, ıslak gözleri hep uzaklarda bir yerlere takılı duran, suskun kadın. Ben onun tek varlığıydım. Yalnızlığın içine sızdığı saatlerde, bana takılırdı gözleri. O gözlerde şimdi sevgi ve nefreti, acıma ve bıkmayı karışmış buluyorum. Kızıl-sarı saçlı bir çocuk olmasaydı hayatında, elinde hep yeni yıkanmış bir elmayla ayaklarının dibinde dolaşan o çocuk olmasaydı, hülyalı, rüyalı, garip çocuk ağlamasaydı, gülmeseydi, acıkmasaydı, canı yanmasaydı, susamasaydı, hasta olmasaydı, yani olmasaydı; alıp başını gitmek daha kolay olurdu belki, neresi olursa olsun gitmek. Ya da içten, duya duya gülmek, gülümsemek dünyaya karşı.(Yaşadığımız Yerler, Evvelotel-Saklı)

 

AYYILDIZ APARTMANI: “Ayyıldız Apartmanı yedi katlıdır. Gökyüzünün de, yeryüzünün de yedi katlı olduğu söylenir. Bir hafta yedi gündür ve yedi kez okunup üflenir insan. Renk çarkında yedi renk vardır. Pitagoras felsefesine göre yedi, dörtle üçün toplamıdır ve bu insanın tanrıyla birliğini ifade ettiği için kutsal sayılır. Elbette ki, Ayyıldız Apartmanı’nın Pitagoras felsefesinden haberli olduğunu ve bu felsefeye dayanarak yedi sayısına taktığını söylemek mümkün değildir. Ayyıldız Apartmanı, çeşitli vesilelerle karşısına çıkan yedi sayısıyla, kendisinin yedi katlı oluşu arasında, tamamen tesadüfi olarak bir bağıntı bulmuş, bunda bir hikmet olduğu varsayımından hareket ederek, epeydir içinde bulunduğu, kendisini kedere ve ümitsizliğe sevk eden acıklı durumdan kendisini kurtaracak köklü bir kurtuluş arama, daha doğrusu bekleme dönemine girmiştir. Nedir Ayyıldız Apartmanı’nı kedere ve ümitsizliğe sevk edecek kadar acıklı olan durum? Buna daha sonra geleceğiz.” (Mağara Arkadaşları, Mağara Arkadaşları)

 

BABA: “Hiç farkına varmadan babası olmuştu. Kalbini karısına açmayan, evinin dışındaki hayatı evinin içindekinden daha önemli bulan, evdeki yürek sızılarını anlamayan, anlasa da umursamayan, çehresi daima asık, sesi daima gür ve azarlamaya hazır babası.” (Aziz Bey Hadisesi,Aziz Bey Hadisesi)

 
BAKMAK: “Boşuna bekliyorsun Cafer, o gelmez. Bir fayans ustasıyken, yaz kış adanın bütün fayans ve seramiklerini ören iyi bir ustayken, işi denize bakmak olmuştu artık Cafer’in. Çarşıya inerken, oturduğu kulübenin yokuşunu çıkarken, bir balkonun tabanına karo döşerken, yemek yerken, su içerken, sabah uyanınca, gece yatmadan önce hep denize bakardı. Deniz kızlarının çıktığı söylenen esrarlı oyuntulara. Güneş içmiş saçları ve uzun bacaklarıyla o çıkıp gelir mi diye…” (Silentium, Evvelotel-Saklı)

 

CÜMLE: Öyle cümleleri var ki hikayesinin, üstünde fazla düşünmeye dayanamıyorum. Ben gidişiyle sevindiren biriyim cümlesindeki boş gurur içimi eziyor mesela. Çok ağırdım, taşıyamadınız, ben gidince derin bir soluk aldınız demeye getiriyor. Karım bugün sordu oysa: 'Ben nasıl soluk alacağım?' Ama bana en çok dokunan cümle bu değil. O adam ben olabilirdim deyişindeki küçümseme: Ben basit bir metafordan ibaret bile olsa yüksekleri seçtim; siz sıradan yavan bir hayatı diyor: Günde üç öğün yemek yiyorsunuz-arabanızı kapalı garaja koyuyorsunuz-hafif kitaplar okuyorsunuz-çileden çıkmıyorsunuz-intihara teşebbüs etmiyorsunuz-sinemaya ayrı ayrı gidiyorsunuz-hep aynı saatte yatıyorsunuz-yani siz aşkı mahvettiniz. vesaire. Haklı olması bana çok dokunuyor şimdi.” (Kibir, Evvelotel-Saklı)

 

ÇOCUKLUK: “Çocukluk denen o garip şey, yıllar sonra çıktıkça gün ışığına her şey ne kadar başka, her şeyin anlamı ne kadar değişmiş. (…) Çocukluk zamansız doğan bir ay olunca bir gün; uzak ve yabancı kalınca akıp giden günlere; her şey, herkes yeni bir anlama bürünüyor. Daha kırık, daha hüzünlü.” (Yaşadığımız Yerler, Evvelotel – Saklı)

 

DEVRİN İNSANI: “İçinde yaşadığımız devir, her ne kadar ilmî yönden çok zenginleşmiş, türlü türlü cihazlarla teçhiz edilmişse de insanî bakımdan çok trajiktir. O türlü nev’iden cihazlar, fukaralığa, harplere, insanoğlunun her an biraz daha düşmesine ve mahvolmasına mâni olamamaktadır. Elinden bir şey gelmeyen, gelmediğini düşünüp teselli bulan devrin insanı, bu büyük vahşeti ve trajediyi görmezden gelmek için ister istemez kendine ferdî ve eğlendirici meşgaleler bulma gayreti içindedir. İstikbâlinden endişe eden, sırtında kendini himaye edecek bir kuvvet hissedemeyen nesil, bugününü neşeli geçirmek için her türlü maskaralığa göz yummakta ve bu hâl, bilhassa devrin gencini zekâsı mukabilinde muzip kılmaktadır. Kimileri bu müsbet hasleti yerli yerinde kullanıp, kederli vakalara bile müsamahakâr gözlerle bakmayı öğrenmekte, kimilerinde bu haslet menfî neticelenmekte, etrafına zarar ziyan vermeye kadar gitmektedir. Her iki hâl de devrimizin gencinde rahatça görülebilir.” (Alafranga İhtiyar, Mağara Arkadaşları)


EŞBER: “Her akşam yaptıkları uzun sohbetler Eşber’in yüzündeki sarılığı yavaş yavaş gidermişti. İçine tuhaf bir neşe dolmuş, kurtları unutmuştu. Hayata karşı garip bir bağlanma hissediyordu. Artık var olmak için kurtlara ihtiyaç duymuyordu. Her akşam konuşan, gülen, yemek yiyen bir kadın; evini, hayatını, kafasını doldurur olmuştu. Maaşını önemsemeye başlamıştı. Artık makas kulübesine doğru gelirken iyice ağırlaşan trenlerin makinistleriyle daha çok konuşuyor, onlardan gazete, kitap, meyve, iyi çay, sigara getirmelerini istiyordu. Değişmişti. Her zaman ölümcül bir yalnızlığa gider gibi ayaklarını sürüyerek gittiği evine yaşamak arzusuyla dolup taşarak gidiyordu. Makas değiştirecek bir treni kulübesinde beklerken, pencereden görünen lojmanına bakıyor, içinde bir kadının oturmakta olduğu aklına yeniden geliyor, bu duygu içini coşturuyordu.” (Kar Yolcusu, Aziz Bey Hadisesi)

 

FINDIK: “Sonra oyun çığrından çıktı. Çocuklarımızın arkadaşları oldu, arkadaşlarının anneleri babaları, sonra olmayan dedeleri, büyükanneleri. Eve bir bakıcı kadın gerekti, bizimle yaşayacak, çocukların ikisini de çok sevecek bir kadın. Oğlanın okula başlama çağı geldi, kızı anaokuluna verdik. Yaz tatillerine gittik, dönüşte oğlanın burnu soyulmuş, kız kapkara yanmış oluyordu, annesine çekmişti, esmerdi. Bir gün kızım elinde bir köpek yavrusuyla eve geldi. Sokakta bulmuş, baba bizim olsun mu diye yalvarıyordu. Olur dedim, adını ne koyacağız? Fındık koyalım dedi. Çok sıradan bir ad dedim.” (Taş-Kâğıt-Makas, Kırmızı Azap)

 

GERÇEKLİK: “Sustuk. Ansızın hatırlamıştım Emir’in durmadan anlattığı ama bir türlü yazamadığı romanını. Gerçekle hayal arasındaki gidiş gelişlerinden rahatsız olduğum için hatırladım ve ona da hatırlatmak istedim. Biz aklı yuvasında hiç oynamadan duranlar, gerçek gerçekliğini, hayal hayalliğini bilsin isteriz. Gerçeklik, varlığından kimi zaman şikâyetçi olsak da, izin verdiğimiz ölçüde ve kontrolümüz altında bozulmalıdır. Bir film olsun bu ve korkarsak sinemadan çıkalım, kitapsa kapatalım kapağını gitsin.” (Taş-Kâğıt-Makas, Kırmızı Azap)

 

HAYATLA KAYNAŞMAK: “Sence hayatla kaynaşmak ne demek? diye sormuştum Halâs’a.(…) Bilmem demişti, belki sevinmektir.  Halâs’la ortak noktamızın hayatla bir türlü kaynaşamamak olduğu söylenebilir, bunda bir doğruluk payı var, dünya ikimizi de istemiyor.” (Halâs, Evvelotel – Saklı)

 

HERKES GİBİ OLMAK: “Ne olurdu herkes gibi bir adam olsaydı? Hiç… Ama belki daha uzun yaşardı. Belki ağır ağır çürüyerek yaşlanır, kamburlaşır, 'Aylar geçiyor sen bana hâlâ geleceksin,' şarkısını unuturdu. Giderek şişmanlayan ve hiç susmayan bir kadınla evlenirdi. O kıytırık yazıhaneden çıkar, büyükçe bir şirkete girerdi. Eline biraz daha fazla para geçerdi, her ay başı kâğıt-kalem alıp uzun uzun hesap yapar, her defasında sigarayı bırakmaya karar verirdi. İkide bir top oynarken cam kırdıkları için kafalarına vurduğu, okuyup savcı olsunlar, hâkim olsunlar istediği ikiz oğulları, belki kızı olurdu. Sonra kızının mahallenin bütün delikanlılarıyla yattığını öğrenir, çok kahırlanırdı buna. Ama hayatta öyle bir kıstırılmış olurdu ki, bilmemezlikten gelirdi bunları. Bilmemezlikten gelmek ona ağır gelmezdi, neden ağır gelmediğini kendine sormazdı.” (Aziz Bey Hadisesi, Aziz Bey Hadisesi)

 

ISLIK: “Gel artık oğlum. Kavaklar ıslık çalıyor bak, yalancı kavaklar. Ay, şu kalın perdelerden bile sızarak bana bakıyor. Çok korkuyorum. Kavaklar uğulduyor, ay, bana bakıyor.” (Ay Bakıyor, Evvelotel-Saklı)


İHTİLÂL: “Ömrünü bir ihtilâl neye benzer diye düşünerek geçirdi. Büyük şeylerdi ihtilaller. Işıklarla bitecek karanlık, uyumsuzluklar, dar kapılar. Büyük yaşamak ve yalnız ölmekti belki. Yıllarca bir ihtilâl rengi aradı her şeyde. Bulamadıkça yarım bıraktı tuttuklarını. Öyle çok şeyi terketti ki, İstanbul’un üç kulesinden birinde oturup, kimselerin okumadığı şiirler yazan bir adam oldu sonunda. İhtilâller neye benzer, bulamadı. O adam bir kulenin tepesinden İstanbul’u seyrediyor artık. Hava durumuna göre ışıkları yakıp söndürüyor. O adam benim işte!” (İhtilaller Neye Benzer, Evvelotel-Saklı)

 

İSTANBUL: “İstanbul kocaman bir kazandı kaynayıp duran. Denizden geçen gemiler Şebnem’in hayallerine gidiyorlardı. Hafif bir esinti çıkmıştı. İstanbul uzansalar avuçlarındaydı ikisinin de.” (Mozart’ın Son Zartı, Evvelotel-Saklı)

 

JÜLİDE: “Neşide bizim ailede bir tek Jülide’den korkardı. Jülide’den herkes korkar, kocası bile. Jülide babasına çekmiş. Babası ailemize girmiş tek Karadenizliydi, sinirlendiği zaman konuşmasından Karadenizli olduğu fena halde anlaşılırdı.” (Hiçbir Hikâye Göründüğü Kadar Temiz Değil, Evvelotel-Saklı)

 

 

 

 

KADER HIZLANDIRAN:  “Sinirli yapar bizim buralar adamı. Öyle tuhaf bir yerdir ki, kaderi hızlandırır. Üç ayda olacak olan üç günde olur, yaran varsa kanar, durduramazsın. Sabrım var sanırsın, tükenir. Öleceğin yoksa bile ölürsün. Ölmezsen eksilirsin. Hala burada yaşıyorsan bil ki, son sen, ilk sen değilsin. Kendimden biliyorum, eksildim.” (Evvelotel, Evvelotel-Saklı)

 

LEYLA: “Sabah uyandığımda bir rüya gördüğümü sandım. Leyla yanımda değildi. Ama çıplaktım. Kendimi çok tuhaf hissediyordum. Sanki bir sevinç, içimdeki yumrukla dalaşıyordu. Bir an, sevincin egemenliğine geçiyordum, az sonra o yumruğun. Deli olabilirdim. Kalktım, elimi yüzümü yıkadım ve hemen odadan çıktım. Leyla bankoda değildi. Lokantaya girdim. Kimse yoktu. Bir masaya oturdum. Hem öfkeliydim hem değildim. Leyla’yı hem istiyordum hem nefret ediyordum. Şaşkındım. Biraz sonra Leyla geldi. Yine bir tek kelime konuşmadan elindeki tepsiyi masaya bıraktı. Bir tabakta kahvaltılıklar; bir başka tabakta kızarmış ekmekler ve çay vardı. Bardağıma çay koydu. Hep gözlerini yakalamaya uğraşıyordum. Ama bir türlü göz göze gelemedim. Aynı uçuculuğu içinde gitti. Kahvaltılıklara dokunmadım, çayımı içip çıktım.” (Küçük Kuyu, Mağara Arkadaşları)

 

MERHUM: “Musalla taşında bir tabut duruyor, imam acele acele dua okuyordu. Merhumu nasıl bilirdiniz? dedi. Şoför, muavin ve ben sesimizi çıkarmadık, merhumu tanımıyorduk. İyi bilirdik dedi imam, soruyu üç kere sorup kendi cevapladı. Sonra bize tabutu işaret etti. Hadi dedi, akşam ayazı çıkmadan bitirelim şu işi. Şoför, muavin ve ben birbirimize baktık. Tabutu sırtımıza aldık. Dördüncü kişi eksikti. Tabut hafif dedi imam, merhum öyle yaşlıydı ki, kuş kadar kalmıştı, taşırsınız.” (Halâs, Evvetotel-Saklı)

 

NÜFUS KÂĞIDI: “Elli beşimi çoktan geçtim. Elliye kadar seneleri saydım, sonra ucunu bıraktım. İnsan bir kez yaşlanmaya görsün, seneler o kadar ucuzluyor ki… On beşken, yirmi çok uzakta. Yirmiye geldiğinde de, on beş geçeli seneler olmuş. Otuz dendi miydi, kırk sanki daha yakın. Elliden sonrasını bırak. Yüz bile yakın artık, değil mi ki dizlerim kıvrılırken acıyor, sırtım bir türlü ısınmıyor? Tutun ki altmış oldum, belki de olmuşumdur. Ama siz yine de elli beş yazın. Nüfus kâğıdım öyle diyor.” (Cinnet Bahçesi, Mağara Arkadaşları)

 

OYUN: “Hakikât ile oyun arasındaki hat pek dardır ve herkes biraz aktördür. Hayatın bir hakikât olduğunu kabul etmekle beraber, biraz da oyun olduğunu addederseniz ve bu oyuna bir aktör olarak katılmağa gayret ederseniz, hayatın hakikatindeki derinliğini daha çok hissedersiniz. Çünkü her rol başka bir hüviyettir ve sadece bu hüviyetle sınırlandırılmış hayatımızı zenginleştirmenin bir yolu da budur. Bunu illâ da yapın diyerek haddimi aşacak değilim ama, içinizdeki nehirlere barikat kurmayın, bırakın aksın, lâzım geliyorsa taşsın.” (Alafranga İhtiyar, Mağara Arkadaşları)

 

ÖLÜM: “Ölümsüzlüğü bedava verseler almaya niyeti yoktu. Şu insanoğlu ne kadar akılsız, ne kadar aptal ve ruhsuz olmalıydı ki asırlar boyu ölümsüzlüğün peşinden koşmuş, yüzlerce insan servetini, hayatını, aklını, her şeyini bu uğurda harcamıştı. Oysa bir zaman geliyor, hayat, gelecek zamanın içinde manasız ve sıkıcı bir seyahat oluyor, yorulmuş kalpler ve vücutlar birer körebe gibi ölümün peşinden koşuyor, ama haylaz ve kötü bir çocuk olan ölüm, en olmayacak yerlere saklanıp bir türlü ele geçmiyordu. Ölümün bilinmeyişi ve yaklaştıkça yaşlı kalbine verdiği heyecan, sabırsızlıkla beklediği bir haz haline geliyor, yaşıyor olmanın sevincinin yerini, bu ümitsiz ve kırgın bekleyiş, bir gün o körebeyi sobeleyecek olmanın, mükemmel olduğunu düşündüğü hazzı alıyordu.” (Gençlik Sabah Çiyidir, Mağara Arkadaşları)

 

POZ: “Madam Esterea Delareyna bir ressama modellik yapar. Haftada üç gün, geçinmek için değil, zevk için resim yaptığını söyleyen, babasının çocukluk arkadaşı Nesim’in Tünel’deki evden bozma atölyesine gider. Esterea Delareyna’nın düzenli görüştüğü tek insan, bu eski dost Nesim’dir. Ondan para filan almadığı gibi, başkalarına da poz vermez. Aslında poz vermek hoş bir bahanedir. Ester bir koltukta otururken, pencereden bakarken ya da kucağında bir buket çiçekle gülümserken, Nesim onun resmini yapmaya uğraşır. Bu arada konuşurlar, dertleşirler, daha doğrusu Nesim ona âşık olduğu kızları anlatır.” (Önemsizlik, Evveotel-Saklı)

 

RÜYA: “Üç: Bu gecelerin sabaha yakın saatlerinde, kadın hikâyeleriyle dolu hayallerden uykuya geçmek üzere olduğum anlarda, karanlıkta karımın gözlerini yüzüme diktiğini, tırnakları kesik, uçları ateş gibi yanan kemikli parmaklarıyla alnımın terini sildiğini hissediyor ama rüya gördüğümü sanıyordum. Hatta, o güzel kadınlarla dolu hayallerime giren bu kemikli parmaklar beni sinirlendiriyordu ve bu yüzden huzursuz bir uyku uyuyordum. Bu his bir rüyanın sonucu muydu, yoksa o kemikli parmaklar gerçek miydi? Sonra uzun uzun düşündüm. Sorularımın cevaplarını buldum.” (Kadın Hikâyeleri Yüzünden, Kırmızı Azap)

 

SENİ SEVİYORUM: “Kadın öyle uzun güldü ki, yumruklarımı sıktım. Ayıp ettin aslanım, dedi kadın. Ver parasını, bak nasıl seviyorum seni. Sonra daha bir şey dememe kalmadan, fotoğrafçıya seslendi, yanıma yanaştı, başını göğsüme koydu, bir koluyla belime sarıldı. Şaşkındım, sanki bu teklifi yapan ben değildim. Elimi nereye koyacağımı bilemiyordum. Fotoğrafçı sen de sarılsana abi dedi, kazık gibi duruyorsun. Eliyle tutup başımı kadına çevirdi, benim kolumu kadının çıplak ve yağlı omzuna koydu. Ablamın gözlerine bak, dedi.  Gül biraz be abi!” (Kadın Hikayeleri Yüzünden, Aziz Bey Hadisesi)

 

SESSİZLİK: “Son müşterim de gidince müthiş bir sessizlik oldu burada. Nasıl anlatsam bunu? Bütün sesi ben çıkarıyordum. Yürüyordum ses çıkıyordu, yemek yerken ağzımı şapırdatıyordum, ses çıkıyordu. Sandalyeye oturuyordum, ya da yorganı başıma çekiyordum, nefes alıyordum, veriyordum yine ses çıkıyordu. Eskiden duymadığım sesleri duyuyordum. Denizin sesi bile bana batıyordu. Bir iki gece, avazım çıktığı kadar bağırmaktan uyuyamadım. Boş odaların duvarlarına çarpıp geri geldi sesim. Öleceğimi sandım. Ama insan her şeye alışıyor. Ona da alıştım. Dikkat edilirse şimdi de sesimin boş odalarda çınladığı duyulabilir. Bakın Behiç diye bağırayım. BEHİÇ! Duydunuz değil mi?” (Ara Renkler Grubu, Mağara Arkadaşları)

 

SEVİLMEYEN GÜZEL KADINLAR: “'Niye bütün çocukların annesi var da benim yok?' diye sorardı burnunu kadının esmer tenli, yumuşak boynuna gömerek. Hep öfkeli bir adamın sert ayak seslerini takip eden kadın, kara ve sürmeli gözlerinde derin bir kederle içini çeker, sonra çok seven ama sevilmeyen güzel kadınlara dair hüzünlü masallar anlatırdı. O masalları dinlerken, küçücük çocuk aklıyla anlamıştı ki, babasının yeteri kadar sevmediği annesi çekip gitmiş. Babası tarafından her vesileyle azarlandıkça, bu sert ve zalim adamın bir kadını sevemeyeceğini düşünür ve gün gelip bir kadını tanıdığında onu çok, ama çok fazla seveceğine, onun çekip gitmesine izin vermeyeceğine dair kendine tekrar tekrar söz verirdi.” (Soğuk Geçen Bir Kış, Aziz Bey Hadisesi)

 

ŞİDDET: “Onlarla bu kadar kolay yatabildiğime başlangıçta çok şaşırmıştım, sonra onları anladım, alıştım. Pervasızdılar, defterlerinde aşk diye bir şey yoktu. Yaz geceleri karanlık balkonumda sessizce otururken birçoğunun kocalarına bir şeyler ima etmek arzusuyla benden söz ettiklerini duyuyordum. Önceleri korkunun parmakları dolaşıyordu üzerimde. Sonra anladım ki, aslında yakalanmak istiyorlardı, –sevilmek, kıskanılmak, değerli olduklarını hissetmek filan değildi dertleri– böylece her zamankinden fazla heyecan katılacaktı hayatlarına ve bu gizli ilişkinin hiç değilse birazının açığa çıkmasından doğan şiddet, şiddetle beslenen hayatlarına iyi gelecekti. Ama avluda kıpırtısız tanıklık yasası yürürlükteydi. Herkes her şeyi biliyor, herkes herkese her şeyi fısıldıyor ve hiç kimse hiçbir şey yapmıyordu.” (Kaybetme Korkusu, Kırmızı Azap)

 

TAKVİM YAPRAĞI: “Deri gocuğunu, başlığını ve eldivenlerini giymeden önce, takvim yaprağını kopardı, ezan saatlerini, peygamberin fitne üzerine bir hadisini, doğacak çocuğa isimleri, günün yemeğini, Uhud savaşının çok kısa özetini okudu, aklında bir satır bile kalmadı. Elinde tuttuğu bu kâğıt, sıradan bir takvim yaprağı değil, bahara kaç gün kaldığını gösteren bir zamanın geçmekte olduğunu hatırlatarak onu ayakta tutan bir belgeydi. Bahar bir rüya değildi. Bu kâğıt parçası, bahara erişmek için ayaküstü sayılamayacak kadar çok gün olduğunu anlatmakla beraber, baharın varlığını kanıtlıyordu.”  (Kar Yolcusu, Aziz Bey Hadisesi)

 

UNUTULMAK: “İyi ki tanımadı seni Cafer, tanısaydı daha çok üzülecektin. Çoktan unuttular seni. Gitmeyi istediğin şehirleri şehir yapan kalabalık insanlardan birisin onlar için. Ama tanısaydı seni, üzülecektin. Adanın yazın dükkânlar dolusu satılan hediyelikleri gibi gösterecekti seni yanındakilere. Hepsi birden süzeceklerdi seni tepeden tırnağa. Adan gibi mahzun, adan gibi terkedilmiş ve hüzünlü bulacaklardı seni, onun düşüncelerine katılacaklardı. Öylece duruşunun bir fotoğrafını çekeceklerdi belki de.  Sen şimdi git. Git adanın çıplak tepelerine tırman. Bağrını ılık rüzgâra ver, serinle. Saçları güneşli, güzel sözler taşıyan, bir zamanlar soğuk ellerini, avuçlarında ısıtmış o kadını unut. Unutul sen de adam gibi. Unutul.” (Silentium, Evvelotel-Saklı)

 

ÜMİT: “Yüzüne baktım. Yan yana oturuyorduk iskelede, sigara içiyorduk, ayaklarımız suya değiyordu, deniz soğumuştu, ürperiyorduk. Solgun bir güneş bulutların arasından batmaya çabalıyordu, ben onu anlamaya çabalıyordum.
— Bana anlatıyorsun ama, dedim, demek ki hâlâ anlatacak biri var.
— Bir ümit işte, dedi, boş. Ama ümit.” (Taş-Kâğıt-Makas, Kırmızı Azap)

 

VAROLUŞ: “Başka hikayelerin kişileriyle henüz samimi olmadığım için, bütün dikkatimi yazarımıza vermiştim. Varoluşumun onun ellerinde olduğunu bilmek bana tarifi zor, hoş bir duygu veriyordu. Aramızda adeta tanrısal bir denge vardı. Yazarımızın hayatını anlamlandıran ben ve diğer hikâye kişileriydik. Onun beni yaratması durumunda, ben de onun varoluşuna katkıda bulunacaktım. Yazar ile yazdığı kişi arasındaki bu ilişki, var olmak isteğimi şiddetle artırıyor, beni müthiş heyecanlandırıyordu.” (Kırmızı Azap, Aziz Bey Hadisesi)

 

YABANCILIK: “Yabancılığın ne olduğunu büyük şehirlerde yaşayanlar bilemezler. Bir büyük şehirde bir yabancı, her gün girilecek yeni bir meyhane bulabilir. Girdiği her sokakta, her parkta, her meyhanede kendi gibi yabancılar bulabilir. Ama küçük yerler… Hele dağların arasına sıkışmış küçük şehirler. Oralarda akşamlar bir yabancıyı yavaş yavaş öldürür. Kapıların hepsi kapanır, kepenkler iner. Gece gelirken kurbağa sesleri büyür, küçük dağların arasında avuç içi kadar bir ovaya yayılmış küçük bir şehirde yabancı, azaptan ölebilir. Geceler uyuyup uyanmakla bitmez, hep sabaha daha çok vardır. Oysa insanlar konuşmaktadır.” (Saklı, Evvelotel – Saklı)

 

YALNIZLIK: “Yalnızlık mı? Cevap veremedi. Üzerindeki ağırlık arttı. Sanki yerçekimi kuvvetlenmişti, başını yukarıda tutamaz olmuştu. Yalnızlık… Kendine pek sık bahsetmediği, gecesini ve gündüzünü muzdarip kılan, zamanın bir türlü geçmeyişinin müsebbibi, hep bu yalnızlık değil miydi? Ama bütün bu müşkül taraflarıyla alıştığı, marazi bir ruhla sevdiği bu acayip bekleyişi meydana getiren de, yine yalnızlık değil miydi? Suçluyu bilmiyor değildi, bunu çok evvel bulmuş, kabullenmiş ve hatta sevmişti. Ama o, yalnızlığın kendine vergi olduğunu zannediyor, yalnızlığı bu manasıyla anlayabilmeyi, fazladan yaşanmış ömrün, bezgin ruhuna verdiği acıklı bir mükâfat olarak görüyordu. Yaşlı kadının bu sözleri, bu mükâfatın sadece kendine ait olmadığını ona göstermişti. Bu yüzden şaşkındı, söyleyecek bir kelime bulamadan öylece dikiliyordu.” (Gençlik Sabah Çiyidir, Mağara Arkadaşları

 

“Kışları hep böyle olur bu ada. Sessiz, ürkütücü, terkedilmiş. Müziğinizi de getirmişsiniz ha? Haklısınız, siz sessizliğe dayanamazsınız. Yalnızlıklar bile hiç değilse müzikli olmalı değil mi?” (Silentium, Evvelotel-Saklı)

 

YANGIN: “Karısının o son ve uzun bakışını hatırlıyordu. Korkunç bir öfkenin, vücudunun bütün hücrelerinden yükselen çaresiz bir isyanın ansızın büyüyerek gözlerine oturduğunu ve karısının güzel gözlerinde acı bir çığlık gibi kıvılcımlar çıktığını gördü. Karısının son gücü tükendi, bu aşk esaretinden kurtulamayan ince parmaklı elleri gevşedi, gaz lambası yere düşüp kırıldı. Alev önce elbiselerini yaladı, sonra hızla tırmanarak vaktiyle çok güzel olan, kanı çekilmiş gibi kuru vücudu bir anda sardı.” (Soğuk Geçen Bir Kış, Aziz Bey Hadisesi)

 

ZAMAN: “Zaman örtmüyor, ama yatıştırıyor; bu da az şey değil.” (Kibir, Evvelotel-Saklı)


“Bir-iki saat mi? Zaman izafi, hayat uzun, karanlık bir rüya. Kahvede Boğaz’ın titreşen sularına bakarak geçmişteki bir-iki güzel günü hatırlamaya çalışırken su gibi geçip giden bir-iki saat, ayak parmakları donmak üzereyken nasıl geçer?” (Soğuk Geçen Bir Kış, Aziz Bey Hadisesi)

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Dosya Yazıları

Günlük yaşantıdaki kurallar çoğu zaman, yazılan eserler için de geçerlidir. Zorla gerçekleşen, kendine biçilen rolden fazlası istenen veya aşırıya kaçan her şey güzelliğini yitirir. Şair Eyyüp Akyüz, son kitabı Eskiden Buralar’da, adeta bu bilginin ışığında şiirlerini uzun tutmadan bitiriyor ve akılda kalan mısraları bize yadigâr kalıyor.

 

-Kimsin?

-Anneannemin torunuyum.

 

Divan Edebiyatı, sahibi meçhul bir kavram. Her halükârda 20. yüzyılın başında ortaya çıktığı konusunda bir tartışma yok. İskoçyalı oryantalist Elias John Wilkinson Gibb’in 1900 yılında yayınlanan Osmanlı Şiiri Tarihi kitabında bu kavrama hiç yer verilmez. Hepsi batılılaşma döneminde düşünülen isim alternatiflerinden biridir “Divan Edebiyatı”.

Arap coğrafyasında üretilen roman, öykü ve şiirler son yıllarda edebiyat gündeminde karşılık buluyor. Avrupa başta olmak üzere Batı’da düzenlenen büyük ve uluslararası kitap fuarlarındaki temsiliyetin güçlenmesi, en yeni eserlerin prestijli birçok ödüle değer görülmesinin bu ilgideki payı büyük elbette. Batı’nın doğuyu gördüğü “egzotik göz”le romantize edilemeyecek bir yükseliş bu.

Yirminci yüzyıl başlarında İngiltere genelinde Müslümanlara yönelik hasmane tavırlar öne çıkarken, İslam’ı seçenlerin sayısında da gözle görülür bir artış söz konusudur. İslam’la müşerref olan bu şahsiyetler, yeri geldiğinde İslam dünyasının savunucuları olarak da önemli faaliyetlerde bulunmuşlardır.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.