Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Dosya


Dosya

A'dan Z'ye Erdal Öz




Toplam oy: 1101

Bundan tam 10 yıl önce, 6 Mayıs 2006'da aramızdan ayrıldı Erdal Öz. Tam da bugün için, İpekli Mendil öykü sözlüğünün yazarlarından Mehtap Akdeniz, Öz'ün eserlerinden yola çıkarak mini bir sözlük hazırladı. Bu vesileyle, biz de Erdal Öz'ü bir kez daha anıyoruz...

 

 

AVLU: “Avluya çıktım; baktım; birden bire bir karınca yuvasına benzettim avluyu. Hani ilkyaz gelince karıncalar delik açıp toprak üzerine çıkarlar: vıcır vıcırdır yuvanın ağzı. Bazan öyle yanlış yerde, öyle ayakaltında açtıkları olur ki deliklerini, bu, çoğunun ölümü demektir. Hani yol kıyısında yeni açılmış karınca yuvaları olur onların vıcır vıcır olduğu bir anda yoldan bir geçer, görmeden basar üzerlerine, ezilir birçoğu, kıvrılır kalır zavallıcıklar, eksiliverirler. Ama arta kalanlar, sanki hiçbir şey olmamış gibi günlük yaşantılarını sürdürürler; ‘Ölen ölür, kalan sağlar bizimdir,’ dercesine. Bugün de öyleydi. Birden eksilivermiştik. Kalanlar, bir şey olmamış gibi günlük yaşantılarını sürdürüyorlardı.” Mamak Askeri Cezaevi - Defterimde Kuş Sesleri

 

BARDAK: “Yeniden dolduruyorlar bardağımı. Beyaz buğulu bardak gidip gidip gelmeye başlıyor önümde. Elimi uzatsam tutamayacakmışım gibi. Durmadan terliyor bardak. Bardağın hemen ötesinde mavi çizgili masa örtüsünün son üç mavi çizgisi... Son çizginin üzerinde sevgilimin çıplak ayağı.” Cam Kırıkları - Cam Kırıkları

 

CEZAEVİ: “Burası benim hücrem. Hücremde iki katlı demir bir ranza var. Bugün kendimi oyalayacak bir oyun buldum. Güzel bir oyun: Şiirler mırıldanıyorum.

Dıranas beni çok uğraştırmıştı. O renk cümbüşü içindeki şiirlerinden hatırladığım dizeler, sanki hücremin havasında renk renk çiçekler uçuruyordu.

‘Kardır yağan üstümüze geceden’

Böyle başlıyordu Kar şiiri. Bu güzelim şiirin bir dizesini, kendimi onca zorlamış, ama bir türlü çıkaramamıştım.

Salıverildim cezaevinden.

Kar şiiri bütünüyle özgürdü artık o sıcak bozkır akşamüstünde; Tutuklu tek dizesi kalmamıştı.” Kardır Yağan Üstümüze - Sular Ne Güzelse

 

ÇEHOV: “Bir elimi uzatıp -dilenir gibi- masanın ortasına koydum. Avucum açıktı.

‘Elini versene,’ dedim.

Şaşırdı.

‘Uzat elini. Avucumun içine koy.’

Uzattı elini, çekinerek avucumun içine koydu. Yavaşça kapattım parmaklarımı. Avucumun içindeki küçücük eli sıcacıktı. Çekmedi elini. Sıktım yavaşça. Sıcaklığımı sıcaklığına akıttım. Nabız gibi atıyordu elim.

‘Çehov'u sever misin?’ dedim.” Sevgili Acı - Cam Kırıkları

 

DENİZ: “Önümde uzanan o hiç bitmeyecekmiş gibi geceyle, karanlık, balıklı denizi birbirinden kim olsa ayıramazdı. Ama yalnızlığımın getirip büyüttüğü, süslediği, yeniden çizdiği yüzünü, bir Allah gibi, denizden de geceden de ayıran bir ben olabilirdim. Denizle gecenin karıştığı yere, belki de ölümsüzlüğün gibi getirip koyduğum, sağa dönen, sola dönen doyumsuz yüzüne, kim eklemişse eklemiş bilemediğim sarı saçlarınla, beni yaşamımdan eden seni bir ben ayırabilirdim o uğultudan.” Sular Ne Güzelse - Sular Ne Güzelse

 

ERİK: “Hiç konuşmazdık. Gariptir ama biz evde hiç konuşmazdık. Gülmezdik de. Neden böyleydik, bilmiyorum. Belki de sevmezdi babam bizi. O kendisini de sevmezdi, bilirdim bunu. Babam hiçbir şeyi sevmezdi. Ama erikleri sevsin istedim o akşam; şaşkınlıkla da olsa bir kerecik olsun gülsün istedim.” Babamdı - Havada Kar Sesi Var

 

FENER: “Elimle camın buğusunu sildim. Dışarıda, ayazlı bir karanlıkta, donmuş bir gece fenerinin puslu aydınlığında kırmızı şapkalı bir istasyon görevlisi, kalın enli yakasına başını gömmüş, kara paltosunun içine gömülmüştü. Ardındaki küçük istasyon yapısı ışıksızdı. Fenerin donuk puslu aydınlığında kâğıttan yapılmış gibi duran beyaz bir örtüye örtülü bir pencere, onun hemen yanındaki küçük balkonda da boş bir saksı vardı. Kırmızı şapkalı görevli, yeşil bir ışık yaktı elinde. Tren, düdüğünü öttürdü. Dışarıdaki gece feneri, ince bir esintiyle sallandı. Demirsi gıcırtılar içinde hafif bir sarsıntıyla kalktık; küçük gece feneri, elinde yeşil ışığıyla istasyon görevlisi, beyaz örtüyle örtülü pencere, balkondaki boş saksı birer birer silinip gittiler.” Kuklacı - Havada Kar Sesi Var

 

GELİBOLULU: “Teknenin üstü tam bir ana baba günü. Korsanlar doluşmuşlar güverteye. Bizimkilerin hepsi de Gelibolulu. Başlarına sarılı birörnek kırmızı mendilleriyle, bir dans topluluğu gibi, korsanları bir bir şişe geçiriyorlar. Son korsan da denize düşürülünce Gelibolulu güverteye çıkıyor, kırmızılarını bir sarılı halata silip temizliyor, kılıcını kınına sokuyor. Teknesine yeni bir rota veriyor.” O Eski Denizde - Cam Kırıkları

 

HÜCRE: “Her şeye çocuksu gözlerle bakmayı daha unutmamış, seyrek saçları dibinden kesilmiş genç adam, yüzünü karartan on günlük sakalıyla tek kişilik hücresinde uzanmış yatıyordu. Tepesinde gece gündüz yanık duran yirmi beşlik cılız ampulün titrek teli, bakır parlaklığındaydı. Yatağının başucundaki kirli ıslak duvarın tepesinde bırakılmış el kadar hava deliğinden içeri süzülen gün ışığı, ayakucundaki duvarla hücre kapısının birleştiği yerde küçük aydınlık bir leke bırakıyordu.” Sığırcıklar - Kanayan

 

IŞIK: “Yığılan karın ağırlığı altında kara evin çok dayanamayacağını düşündüm korkuyla. Işığı yakmayı düşündüm. Işığı yakarsam, kara evi de, kara evin ışıksız, yorgun kara duvarlarını da yitireceğimi düşündüm.” Kara Ev - Sular Ne Güzelse

 

“Yum gözlerini.”

Yumuyorsun. Çekip alıyor başındaki gözbağını. Yüzüne vuran müthiş bir ışık. Gözlerini açamıyorsun ışıktan.

“Başını kaldırma!” diyor sert bir sesle.

Kaldırmıyorsun, ama gözlerini de açamıyorsun. Işık çok yakıcı.” Onca Sevişmeden Sonra - Cam Kırıkları

 

İPEKLİ MENDİL: “Onu, hep duvarda asılı duran büyük boyalı fotoğraftaki yüzüyle yaşamıştı. Üstünde, açık mavi olduğu halde nedense o kılkuyruk sıska fotoğrafçının pembeye boyadığı, satenden yapılma parlak giyimi, göğsünde de kocaman, kıpkırmızı bir yapma gül vardı. Kendisi lacivertlerini, damatlıklarını giymişti. Mendil cebinde ipekli bir mendilin ucu görünüyordu.” Kurt - Kanayan

 

JİGULİ: “Demek, Sovyetler Birliği’nde benzin, maden suyundan çok daha ucuz. Sudan bile ucuz benzin ve öbür akaryakıtlar.

‘Jiguli’ marka otomobiller, 5.500 rubleye satılıyor. Bizim paramızla 110 bin lira. Jiguliler, tıpkı bizim Muratlar. ‘Fiat’ otomobillerin patentini almışlar. Bir takım değişiklikler yapmışlar. Kendileri üretiyorlar.

Bizdeki gibi sürekli olarak dışarıya ödeme yapmıyorlar. Patenti dışarıdan alınmış, ama artık Jiguliler gerçek bir Sovyet yapımı olmuş.” Avrupa’dan Orta Asya’ya – Bir Gün Yine Allı Turnam

 

KAÇIŞ: “Neden kaçtığımızı bilmiyordum ama artık bir kaçışın içinde olduğumuzu, korkulu bir yerden, korkusuz ya da daha az korkulu bir başka yere kaçmakta olduğumuzu anlamıştım.” Mumçiçekleri - Havada Kar Sesi Var

 

LİVAR: “Bir keresinde livardaki canlı küçük balıkları deniz suyuyla doldurduğu büyük kovaya koymuştu. Sandalı bağlayıp eve varana kadar oynaşan balıklarla dolu bir kova deniz suyu değil de, bir kova dolusu ay ışığı taşımıştı eve. Balıkları kovadan çıkarmamış, ocağı yakarken, oğlu Alişan da minicik ellerini daldırıp o bir kova deniz suyunda yakamoz yangınıyla oynamıştı. Tutuşmuş bir çam çırasını havada çevirir gibi, küçücük kolunu omuzuna kadar kovaya sokuyor, balıkların ölüm kalım kaçışması içinde yakamoz dolu deniz suyunu karıştırıp duruyor, kovadaki su karanlıkta bir mangal dolusu közün uyandırılması gibi harmanlanıp ağarıyordu.” Vah Yunusum Vay Canım - Havada Kar Sesi Var

 

MERHABA: “Burnumun ucuna bir su damlası düştü. Sildim. Bir daha, bir daha. Hayır, yağmur yeniden başlamıyordu. Tepemdeki ulu ağacın yapraklarından süzülen sulardı. Kırmızı yeniden parladı. Sövgüye benzeyen bir yığın homurtu duydum. Kırmızı uçtu havada. Irmağın karanlık uğultusunda yitip gitti. Öksürdüm. O da öksürdü. Öksürüğün yaklaştığını duydum. Uzunca bir karaltı geldi burnumun dibine.

‘Merhaba’

‘Merhaba’

Uzattığı paketten bir sıgara çektim.” Karanlıkta Sulara Bata Çıka - Cam Kırıkları

 

NEBAHAT: “Dışarıyı seller götürüyordu.

Birden döndü bana:

‘Korkar mısın sen?’ dedi.

‘Nasıl yani?’ dedim. ‘Kimden?’

‘Genel olarak her şeyden.’

‘Korkulacak bir şey varsa, elbette korkarım,’ dedim. ‘Korku, bir canlının canlı olduğunu gösteren en belirgin tepkisidir.’

‘Güzel söyledin,’ dedi. ‘Hay ağzını öpeyim.’

Yeni gelen şişeden doldurup kaldırdı bardağını.

‘Sen korkmaz mısın?’ dedim.

‘Çok korkuyorum,’ dedi.

‘Kimden korkuyorsun?’

‘Nebahat’ten.’

‘Nebahat kim?’

‘Sorma,’ dedi.

Çekti kendini. Bir daha da konuşmadı. 

Kendimi dışarıda, yağmurun altında buldum.

Bir kurbağanın vıraklaması geldi az öteden.

Yağmur hafiflemişti.

Su içindeydim. Saçlarımdan, yüzümden içime sızan sularla mutlu gibiydim. Nebahat’i tanımıyordum. Birden hatırladım. Beni geçen yıl Remzi’nin götürdüğü genelevde

 Utanarak seçtiğim ilk kadına adını sorduğumda verdiği yanıttı:

‘Nebahat.’

Benimle alay eden, beni bir yıldır erkekliğimden eden kadının da adı Nebahat’ti. Karanlıkta Sulara Bata Çıka - Cam Kırıkları

 

OYUN: “Bazen çok güzel bir oyunun sonunda çok acı bir gerçekle karşılaşabilir insan, ama oyunun çocukça güzelliğini değiştirebilir mi bu?” Gülün Solduğu Akşam

 

ÖYKÜ: “Az önce, bir arkadaşım sahneye çıkıp ‘Unutulmaz Bir Atlı’ adlı öykümü okudu. Dinlediniz. Sanırım siz dinlediğiniz bu öyküyü gidip bir arkadaşınıza anlatamazsınız. Anlatmakta zorluk çekersiniz. İşte ben yazarken bunu istiyorum. Ben anlatılamayacak, ancak okunabilecek öyküler yazmak istiyorum. Ancak okunarak tadına varılabilecek öyküler.” Erdal Öz Unutulmaz Bir Atlı - Ayşe Sarısayın

 

PALTO: “Sinemanın önünde bir kara gölge, ağır adımlarla geziniyor. Yolun iki yanındaki yüksek yapılar kapkaranlık. Aydınlık tek pencere kalmamış. Herkes uykulara çekilmiş. Uzaktan uzağa düzensiz aralıklarla gecenin uzakta kalmış boş caddelerinden son hızla akıp giden otomobillerin gürültüleri. Görülmeden, karşı kaldırıma bırakılmış sıra sıra özel otomobillerin arasından geçip çukurda kalan uzun bahçeye atlıyorsun. Paltonun altında, göğsüne dayadığın ıslak tuğlaya çarpan yüreğinin vuruşları neredeyse duyulacak.” Taş- Kanayan

 

RÜZGAR: “Ne çok sevmiştim o kitabı. Lise son sınıfta okumuştum. Hala aklımdadır: Romanya ovalarında 'Krivitz' diye bir rüzgar eser; Rusya'nın uçsuz bucaksız topraklarından kopup gelen buzlu, müthiş bir rüzgârdır; ovadaki kurumuş devedikenlerini söküp söküp koparır; dikenler, rüzgarın önünde o uçsuz bucaksız ovada birbirlerine dolanıp büyük toplar halinde yuvarlanıp giderler. Evlerinden kopma vakti, ayrılma vakti, dünyaya açılma vakti gelen ergen çocuklar, yeniyetmeler, bu diken toplarından birine tutunup yuvarlana yuvarlana rüzgarla birlikte evlerinden, yurtlarından kopup giderler yeni bir dünyaya. Roman böyle başlar. Benim İstanbul'dan, evimden, fakültemden, sevgilimden kopup gidişim gibi.” 1972 - Defterimde Kuş Sesleri

 

SANDALYE: “Onu öylece yakaladım: Yanmayan sobanın başında, üstünde çiçekli kadife geçirilmiş kamıştan sandalyeye oturmuştu. Pencereyi dört yanından çeviren, pencerenin sağ üst köşesinde açmaya çalışan, yapma gibi duran mumçiçeklerinin arasından güneş, yemek sonrasının yorgunluğu içindeki ellerinin üstünde uyumuştu.”

“Mumçiçekleri” -Havada Kar Sesi

 

ŞANGIRTI: “Çıt çıkmıyordu koğuşta. Karşıdaki helanın hırıltısıyla su akıtan musluğu bile susmuştu. Neredeyse demir kapı şangırtıyla açılacak, içeri gireceklerdi. Bu saatlerde geliyorlar, birilerini kapıp götürüyorlardı. Kimin alınıp götürüleceği, sıranın kimde olduğu, ancak hücre kapılarının açılışıyla anlaşılıyordu.” Sığırcıklar - Kanayan

 

TABUTLUK: “Güneşin, akşamüstülerinin, sokakların, denizin tadını çıkarıyorlar mıydı? Oysa bu daracık, yüksek tavanlı, tavanı iyi ki cam odacıkta akşamüstüler yüklü bir hüzünle geliyordu, geliyor ve yapayalnız koyuyordu insanı. 

Bir insanın güçlükle sığabildiği, adının ‘tabutluk’ olduğunu çok sonraları öğrendiği, ama bir tabut kadar bile içine rahatça uzanılamayan, daracık dört duvar arasında günlerce kalmıştı. Ancak ayakta durulabilen, bir insan gövdesi genişliğinde, tepede belki beş yüz mumluk bir ampulün gece gündüz aralıksız yandığı, gözleri yakan, beyni buruşturan amansız bir aydınlıkta, insanın boyuna çömelmek, ayaklarını şöyle birazcık olsun uzatabilmek için geberircesine özlem duyduğu küçücük bir işkence odasında günlerce kalmıştı.” Güvercin - Kanayan

 

TEKME: “Hiç beklemediği anda başına, burnuna, çenesine, ağzına, ardı ardına inen ağır yumruklarla ilk anda neye uğradığını kavramayacak, başını gizleyip kollamaya çalışırken diz altlarına inecek tekmelerin açacağı yaralar günler sonrasında kabuk bağlayacak, belinin oralara, böbreklerinin üzerine inecek tekmeler her eğilip doğruluşunda duyacağı uzun süreli derin sızıların nedeni olacaktı. Bir şeylerin ayaklar altında çiğnenip yok edilmek üzere olduğunu, korkudan çok tiksintiyle, iğrenerek yaşayacaktı günlerce.” Sığırcıklar - Kanayan

 

UMUT: “Birden onun çekip gideceğini gönlünden geçirip yalnızlık çeker gibi olmuştu. Bu kez umut, güvercinin yüreğinden çıkmış, adamın yüreğine çöreklenmişti. Güvercinin çekip gitmemesinden yanaydı bu umut.” Güvercin - Kanayan

 

ÜRPERTİ: “Yolun sağındaki incecik kaldırımda yürüdüm. Kaldırım boyunca uzanan yüksek sur duvarları karanlığı gökyüzünden indiriyor gibiydi. Ne olduğunu bilmeden tam yine koşmaya başlayacaktım ki, yıkık sur kapısını gördüm yanımda. Durdum. Uçucu bir çekingenliğin getirdiği ince, belirsiz bir ürpertiyle karanlık kapıdan geçtim.”

Sular Ne Güzelse - Sular Ne Güzelse

 

VAGON: “Bir sarsıntıyla başladığı aklımda. Bir yük vagonuydu. Küçük bir istasyon geçip gitti yanımızdan. Ay'sız, karanlık, ıslak bir gece, yüzümüze vurup gidiyordu. Örtülerimize sıkı sıkı sarınmıştık. Vagonun o koyu, ağdalı, eskimiş kokusunu, üstümüzden sürünüp geçen gece, alıp götürüyordu.” Mumçiçekleri - Havada Kar Sesi Var

 

YATILI OKUL: “Çarşambaya görüşümüz var. Kızım geliyor. Hem nefis, hem acı bir şey. Karım onu bir yalanla çarşamba gününe hazırlıyormuş. Beni, yatılı bir okulda biliyormuş Senem. Subay öğretmenlerim varmış. Sınavlara giriyormuşum. Sınavlarım bitince eve dönecekmişim. Çok zor. O gün için kendimi hazırlaması gereken asıl ben'im.” Yıldırım Bölge Cezaevi - Defterimde Kuş Sesleri

 

ZIPLA: “Dün sabah götürmüşler, dün akşamüstü geç vakit getirmişlerdi bitişik odadaki sarışın adamı. Görevlilerin yardımıyla, sürüklenerek sokulmuştu hücresine. Kapısını uzun süre açık tutmuşlar, ona yardım etmek zorunda kalmışlardı. Bir kabın içinde tuz getirdiklerini, yeri ıslatıp tuz serptiklerini konuşmalarından anlamıştı. Sarışın adamı tuzlu ıslak yerde yürütmüşlerdi.

‘Zıpla len,’ diyordu biri, ‘zıpla da tabanlarını şişini alsın tuz.’ 

‘Kanı da keser tuz,’ diyordu biri.

Zıplaması için zorlamışlardı sarışın adamı. Bir - Kanayan

 

 

 


 

 

 

* İpekli Mendil yazarlarının hazırladığı siteye ve daha fazla içeriğe ulaşmak için tıklayınız.

 


Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Dosya Yazıları

Günlük yaşantıdaki kurallar çoğu zaman, yazılan eserler için de geçerlidir. Zorla gerçekleşen, kendine biçilen rolden fazlası istenen veya aşırıya kaçan her şey güzelliğini yitirir. Şair Eyyüp Akyüz, son kitabı Eskiden Buralar’da, adeta bu bilginin ışığında şiirlerini uzun tutmadan bitiriyor ve akılda kalan mısraları bize yadigâr kalıyor.

 

-Kimsin?

-Anneannemin torunuyum.

 

Divan Edebiyatı, sahibi meçhul bir kavram. Her halükârda 20. yüzyılın başında ortaya çıktığı konusunda bir tartışma yok. İskoçyalı oryantalist Elias John Wilkinson Gibb’in 1900 yılında yayınlanan Osmanlı Şiiri Tarihi kitabında bu kavrama hiç yer verilmez. Hepsi batılılaşma döneminde düşünülen isim alternatiflerinden biridir “Divan Edebiyatı”.

Arap coğrafyasında üretilen roman, öykü ve şiirler son yıllarda edebiyat gündeminde karşılık buluyor. Avrupa başta olmak üzere Batı’da düzenlenen büyük ve uluslararası kitap fuarlarındaki temsiliyetin güçlenmesi, en yeni eserlerin prestijli birçok ödüle değer görülmesinin bu ilgideki payı büyük elbette. Batı’nın doğuyu gördüğü “egzotik göz”le romantize edilemeyecek bir yükseliş bu.

Yirminci yüzyıl başlarında İngiltere genelinde Müslümanlara yönelik hasmane tavırlar öne çıkarken, İslam’ı seçenlerin sayısında da gözle görülür bir artış söz konusudur. İslam’la müşerref olan bu şahsiyetler, yeri geldiğinde İslam dünyasının savunucuları olarak da önemli faaliyetlerde bulunmuşlardır.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.