Şiirleri, öyküleri ve romanlarının yanı sıra Büyük Argo Sözlüğü ile tanıdığımız Hulki Aktunç'un yaş gününü İpekli Mendil yazarlarından Dilvin Tüfekçioğlu’nun hazırladığı A’dan Z’ye Hulki Aktunç Sözlükçesi'yle kutluyoruz.
AÇALYALAR: “‘Açalyalar,’ diyordu Nigar Hanım, ‘Karadeniz dağlarının gülleridir. Nem isterler üstlerine. Böyle fış fış atacaksın suyu yukarıdan. Araç bir şey yoksa, suyu avucuna al, şöylece dökele yukarıdan. Bakın size söyleyeyim, dalını kırın, saksıya dikin, toprağa can suyu verdikten sonra, hani yok mu şu şeffaf naylon torbalar, açalyanın başı üzerine geçirin, tam sera gibi canım, tam sera gibi, Bakın nasıl terletecek o naylon kubbeyi açalya, bakın nasıl tutacak, bakın nasıl açacak şehrayin gibi.’” (Arsız’ın Dansları- Bir Yer Göstericin Hayatı)
AYDINLAR: “Aydınlar. Ah şu karanlıklar. Aydın takımı, bütün tembellikleri ve kıskançlıklarıyla, beni bir gün ebediyete nakşedecek buluşumu ridiküle edeceklerdir... Fakat unutulmasın, bulgularını anlayacak öyle Türk gençleri çıkacaktır ki, geçmiş bütün kuşakların karanlık yükünü omuzlarından bir çırpıda atıverecek ve kalıt’ımı koruyup savunacaklardır. O gün ülkemiz entelijansiyasının bir onur günü olacak. Yaratıcı us, yaratıcı eleştirim ve yorumsama, alınmaz sanılan büyük kaleyi ele geçirmiş, düşmanı silahlarından arıtmıştır. Salt us’un tanrısal gücü, işte o gün, alnımda yeniden belirecek. Mezarımda.” (Yosma Fincanı-- Bir Yer Göstericin Hayatı)
BAKKAL: “Ben bakkalıydım buraların yıllardır. Son giderken anahtarı da bana verdiler, madem görün diye adres bıraktılar gezin görün, sanırım yıkıcıya da verdiler burayı, geçende bir herif gelip sorduydu, kaç kapısı var, ev içindekiler tüm tahta mı, yarı cam mı; herifi gözüm tutmadığından anahtarı da vermedim, saydı durdu bahçeye girip dolaşaraktan saatlerce, yazdı çizdi, inan ben de merak etmediydim yıllardır, o gittikten sonra be de saydım, tam yirmi pencere koymuş adam ön yüze... Neyse, herhalde Müjgan hanım bırakmıştır size adresi.” (Pazarlık- Gidenler Dönmeyenler)
CUMARTESİ GECESİ: “Francesca ile son cumartesi. Cumartesi gecesi. Aradaki sınırların paramparça olduğu, bütün duvarların yıkıldığı, tan ışıklarına ulaşıp da gene bitmeyen gece. Francesca’ya her şeyini açıklayabilirdi artık. Sevişme sonrası mırıltılarına sığar mıydı her şey?” (Kalbin Çorak Toprağı ya da Şıh Cemşit’in Düş Hesapları-Bir Yer Göstericinin Hayatı)
ÇERÇEVE: “Çerçeve şimdi bile reçine kokuyor. Kabuğunun kesim yerlerinden damla damla çam belirip toza kararmış. Kim bilir hangi dağ pazarında hangi evci marangozdan almıştır. Karşılığında para değil de bir şeyler vermiştir. Tanışlarına gösterip, ayniyeten aldı demiştir. Kuruntuya düşüyorum. Hala, beni biliyor.” (Hep Onu An- Gidenler Dönmeyenler)
DAKTİLO: “Daktilolarımın ilki, bir Hermes Baby idi. Yetmiş beş liraya, eskiciden satın alınmıştı. İkincisi bir Erika oldu. İkinci Dünya Savaşı sırasında kullanılmış olduğundan emindim ve beş yüz liraya almıştım. Üçüncüsü, gri bir Facit; taksitle bin beş yüz lira. Hepsi benden çok çekti. (Tuşlara çok basınçlı vururum, böylece sözcükler kâğıt üzerine çakıla çakıla çoğalır. Büyük şairin kehaneti gerçekleşmesin diye uğraşırım sanki. ‘Sevincin ‘s’ si çıkmıyor.’ Çıkarmaya didinirim. Yenilmem mi üzünçlere? Yenilirim. Sonunda da derim ki kendi kendime, yenildiğin üzüncü yaza yaza yener insan sonunda.)” (İkona Ülkesi Nasıl Açıldı?- Bir Yer Göstericinin Hayatı)
EKMEK: “Kurumuş, kimi ak yeşil küflenmiş ekmek parçalarını gösterip, hatta küçücük kafasını sepete eğerek: bir daha bulamayız belki de değil mi bunları, durmadan söylenecek miyim, gövdesi titreyip sallanıyor, ses yok, benimle konuşmasını toplasam sekiz on söz eder bir yıldır, dükkânı aldığım sıralar bunu da getirdim Karahisar’dan, bak bu ekmekleri gör, hepsi küflü, bulunur mu bir daha, elimizin orta yerinde iki kırıntı kalsa, gece düşümüzde ilenir, yarına bunları, küfsüzlerini şekerle...” (Yazılamamış Bir Günlük-Gidenler Dönmeyenler)
GÖRÜCÜ ŞİŞELERİ: “Görücü çağırır bunlar. Damlarda durur görücü çekerler. Bekâr kızı olan her dama görücü şişeleri konuluyor. Bundan biliniyor nerenin gelinlik kızı var. Ermiş bekâr İripınarlı okuyor onları. Kızlar sıra oluyor önünde. Bana anlatmazlardı.” (Hep Onu An- Gidenler Dönmeyenler)
HASALİ: “Bir şeyi sürdürmek için değildi buralarda durması. Ne kazanıyor, ne yitiriyordu. Ama bir alıştın mı kötüydü, serkeş ilk gençliğini Hasan’a vire anlatırken üstüne basa basa söylerdi bunu. İşte böyle, derdi... Başparmağıyla bir eğri çizer, Hasan’ın izleyen bakışlarıyla havada pek acıklı düşen bu eğri, bir hayatın kayışı olurdu. Dudağı bükülür, yüzüne kaygı çökerdi. Aynı çok küçük çocukların ağlamaya hazırlanışı gibi bir yüz.” (Yalan Oldu Dünya- Kurtarılmış Haziran)
IŞILTI: “Hamburg’da dolaşıyordum. St. Pauli semtinde. Sabahtı. Geceden kalan bütün pislik, her yeri kaplamıştı. Sarhoş kusmukları, bir köşeye sızıp kalmış kendileri sarhoşların, düzüşmekten perişan birkaç orospu, yorgun dikkanlar. Birden ışıltıyı gördüm. Sevinç ile kederi böylesine bağdaştırmış bir ¨şey¨ le karşılaşmamıştım o ana kadar. Dansözlerin, varyete kızlarının, tv’lerin (kılık değiştiricilere tv diyorlardı) giyim mağazası... Bin renkte metal pulla, sütyenler, donlar, limon kabuğu başlıklar, maskeler, yelekler, tüller ve bir kedi... vitrinde uyuyan bir kedi. Kocaman bir kedi, tekir. Tasması da vardı.
Kırılmaz bir bardak aldım. Altı tane de okey zarı, büyük. Yek- yek takımımız tamamdı artık.
Kedi uyandı. Esnedi. Bana baktı boş boş. Gözlerini kırptı. ¨ Dostuz değil mi?¨ Evet, dosttuk. Vitrinin camına tık tık vurdum. Kedi hemen başucunda sallanan dansöz giysisine bir pençe attı. Vitrindeki bütün pullar deniz gibi dalgalandı. Işıltı.” (Yek-Yek Oynayanlar- Bir Yer Göstericinin Hayatı)
İSKAMBİL: “Sessizlik ürperti verici bir tınıya ulaşana dek sustu Matmazel Süzan. Sonra iskambil hışırtıları başladı. Diziler, renkler, yürekler, sinekler birbirine karıştı. Papazlar soğuk ve baskıcı havalarına büründüler, ikisinin elinde garip birer tokmak, lire benzer bir çalgı vardı. Birinin kolları yeninde saklıydı. Meç tutan papaz, ilkokul müsameresinde ¨ Güzel Köylü Kızı ile Çoban Ali¨ yi birlikte oynadıkları Cemal’e benziyordu. Hidrofil pamuk sakallı.” (Hayguhi Haziranda Yaşadı Haziranda Öldü- Kurtarılmış Haziran)
KAPI: Başkalarının kapısını zorlayan, sarsalayan rüzgâr, bu kapıyı açık buluyor. Giden gittiği gibi dönebiliyor ama, o gelinen yol öyle acı yıpranıyor ki. Kapı, eskiden pek sevilmiş, içine incik boncuk doldurulmuş kapkara bir kutunun kapağını andırıyor. Üzerinde bir kuşun gölgesi var. Köşelerine eskimeyecek bakır köşebentler konmuş. Bakır önce özenle tek tek delinmiş, deliklere cam çivisi gibi ince çiviler çakılmış. Kuş azgın. Azgın da, ne kuşu olduğu belli değil. Bu gölgeyi miras bırakan işlemede, kuş mutlaka daha belirgindi. Belli ki işlemeyi işleyen, usunda nice kuş varsa hepsini bu kapıda birleştirmiş. Oymuş, yontmuş, yaldızla boyamış, kuşun kuyruğu, kanatları, sorgucu karanlıklar içinde. Hem gidilecek, def olunacak bir kapı, hem özlenecek ve dönülecek bir kapı.” (Adını Yok Eden Hikâye- Ten ve Gölge)
LİMONLUK: “Adam kapıdan çıkarken, kar küremenin bu sabah da kendisine kaldığını anladı Nadire. Kış dendi mi, köşk dendi mi, hep ellerinin yandığını düşünecek kardan. Küremekle bitmeyen karlar... Küçümen kuş ölüleriyle birlikte cam tavana yağanlar gece gündüz... dert gibi.
Ötede sıcak köşk; beride bir yıldır kaldıkları, tepesine yer yer katranlı muşamba döşenmiş, olur olmaz fırtınalardan birkaç cam çerçeve eksikle çıkan limonluk... Bir tanışları, Abdullah Kalfa, artık alayla mı yoksa barınak bulunamamanın tesellisi olsun diye mi, ‘gül gibi geçinir gidersiniz bir zaman burada,’ demişti.” (Patron-Gidenler Dönmeyenler)
MERETRI CALIX: “Tarihi hakikat bu iki sözcüğün içine ustalıkla gizlenmiştir. Ve yalnız geçmişi değil, yakın geçmişi, Cumhuriyet dönemini ve hatta yarınımızı bile aydınlatacak güçtedir.
Genç adamı uyandıran ilk bulgu, bizim XVIII. Yüzyılımızla ilgili bütün dış kaynaklarda, lale’den adlı adınca söz edilmemesidir. ‘Devre adını veren çiçek’ diye geçer. Bu belgeler, gizlilikleri kalktığı için araştırmacılara açılmış, ama bazı satırları sansürlenmeden edilememiştir.
Bazı satırlar, özellikle, bazı çok önemli satırlarda görünen iki sözcük. Karalanmıştı. Tarihin karanlığı dediği, bu değil miydi?” (Yosma Fincanı- Bir Yer Göstericinin Hayatı)
NOT: “Hayatın önünde koşmak, güzel şey sevgilim. Ya bazen tarihin –iyice geçmişteki bir dönemin üstelik- peşinden koşuyor olmak? Hem de öyle koşarak, hayatın önünde olmak? Yaptıklarımın tek sorumlusu benim.¨ (Yosma Fincanı- Bir Yer Göstericinin Hayatı)
OTOBÜS: “‘Lacivert otobüslere doldurulmuştuk. İşçilerin yanına katalım mı, katmayalım mı?’ diye yarım saat süren bir tartışmadan sonra öğrencileri de yanımıza verdiler. Önce ayrı ayrı oturduk. Sustuk. Yine olaylar sırasındaki kimi çatışmalar... sonra konuşmalar, ad memleket sormalar, ‘o gün hangi semtteydin?’ demeler başladı. (Rüzgârın Önünde- Kurtarılmış Haziran)
ÖKSÜRÜK: “Sabahla birlikte, başımı koyduğum yastık yerine garip bir kümbet üzerinde uyanıyordum. Eşine az rastlanır bir öksürük beni tutsak almıştı: Uyku ile köşe kapmaca oynayan bir öksürüktü, ne zaman uyuklamaya başlasam gelip beni yakalıyor, sırtıma konuyor, göğsüme tünüyor, uyuyacağım zaman ile uyanacağım zaman arasında, bana ölümcül kuğunun şarkılarını söyletiyordu. Kaçabileceğim hiçbir yer olmuyordu, herkes duyuyordu bu öksürükleri. Burada, susup kalmıştı biraz. Ama başımın altındaki pamuk kümbetiyle anımsatıyordu kendisini. Gene gelir mi diye yedek battaniyeyi de, senin yastığını da almıştım.” Fortuna ya da Kırık Kanatlı Bir Arayışın Anlatımı- Ten ve Gölge)
PİNULİPİ SARA: “Geçen yaz sonu böğürtlen morarırken gördüydüm onu. Yukarıda, manastır tepesinde, entarisi uçuşup duran bir gölgeydi. Büyük bir gölge. Belki de o sadece bir gölgeydi. Adanın sahibi gibi, aniden yok olan, hiç beklenmediği yerde aniden beliriveren bir gölge. O kalık zeytinlerin, birkaç yaban dutunun da onu korkuyla izlediğini gördüm. Hış hış diye inliyordu ağaçlar. Rüzgâr durup durup patlıyordu. Rüzgâra katıldım ben de, bayır yukarı birkaç adım attım. Bir bulutun hemen başucumda kalakaldığını, güneşi kestiğini fark ettim. Ürperdim. Sırtım, göğsüm bir anda üşüdü ve bir anda yandı. Başımı kaldırdım ve Pinulipi bulutla birlikte yok olmuştu. Issız gök, manastır üzerinde salınıp duruyordu. İnsan istiyordu altına. Pinulipi Sara, arkasından gideceğim sanmıştı. Geri döndüm. Ta uzaklara akıp gitmiş bulutlar, Sivriada’nın oralarda çırpıntı köpükleriyle birleşiyordu. Deniz göğün aynası.” (Pinulipi Sara- Bir Yer Göstericinin Hayatı)
RESİM: “Karşımda bir resim dururdu. Üzerine takılı kâğıt alev alev yanmaya başlamış bir daktilo. Daktilodaki eller, kısacık bir soluklanmanın ardından dörtnal koşacak gibiydi. Sağ elin parmaklarından birinde, küçücük bir yılan sarılıydı. Yılan, alevlere bakıyordu. Yılan da yoktu, alevler de yoktu, resim de. (Zehrin ikonasıyım ben. Yılan. Güneşin ikonasıyım ben. Alev. Aynaların ikonasıyım ben. Resim. Bütün insanların yüzüne ikona durdum ben. Ayna...)” (İkona Ülkesi Nasıl Açıldı?- Bir Yer Göstericinin Hayatı)
SABUN: “Her yer ağır sabun kokmaya başlamıştı. Mudanya sabunuydu. Üzerine telis çuvalların izi çıkmış, kocaman, biçimsiz sabun kalıpları, su değince helmeleniyordu. Koku artıyordu. Günün sıcağında bu koku sanki katılaşıyor, üzerime çöküyordu.” (Yasadışı Gömülmek- Bir Yer Göstericinin Hayatı)
SİYASET ADAMLARI: “Siyaset adamları. Sayın Babam, ‘siyaset ile kiyasetin vahdeti, bin senede birdir, var sen o bin seneyi yaşayacakların bibaht hallerini mülahaza eyle birader,’ demiştir.
Siyaset adamları, benim yaşamım boyunca (işte şans buna denir!) siyaset ile kiyaseti bağdaştıramadılar. Bu yüzden, buluşumun değerini anlayacak feraset onlarda da yok. Oysa, ah bir karizmatik lider çıkaydı da ideologyasının temelinde buluşlarımı harç olarak kullanaydı.” (Yosma Fincanı- Bir Yer Göstericinin Hayatı)
TORBA: “Gece karanlığı basana kadar, diğer evlerin erkekleri, aynı Yusuf’un babası gibi, daha küçük torbalar paketlerle, ama benzer tavırlarla tek tek döndüler. Babasız birkaç ev dışında, çocuklar dışarı salınmamıştı. Dışarı çıkabilenler de, kendilerince yüklerle bir şeyler getiriyorlardı.
Dalıp uyumuş göründü Yusuf. Birazdan annesiyle babasının sessizce kalkıp eski merdiven altına yöneldiklerini gördü. O torbayı çıkardılar. Perdeleri aralayıp ışığın altına geldiler. Torbanın ağzını biri gözetlercesine usul usul araladılar.” (Göz Bağı- Gidenler Dönmeyenler)
UNUTMA DEFTERİ: “Perihan UNUTMA defterine bakıyor. Beyaz yaprak, geçmiş koca bir haftanın çözümsüz sorunlarıyla dolu, Perihan’a bakıyor.
İşte, korkunç bir pazartesiyle yine karşı karşıya ve savunmasız. Pazartesi gibi sevimsiz bir gün olamaz. Bataklığa ilk adım mı, zehrin ilk yudumu mu, çevrimsel tragedyalardan birinin antresi mi?
Çaçaron kadınlar; şurası pot yaptı, burası fazla büzülmüş, pliler eş değil, etekte arka taraf biraz sarkıyor vırvırcısı çenebazlar; buraya giysi diktirmek için değil önce kendi hayatlarının muhasebesi ve dedikodusunu yapmaya gelen ruh hastaları... İsmet Hanımın azarları. (Unutma: Adı erkek adı olarak da kullanılagelen kadınların sürekli düş kırıklıkları!)” (Arsız’ın Dansları- Bir Yer Göstericinin Hayatı)
VARLIK: “Ben bir sıralar küçük bir varlıkla avunur idim, bir dükkânım, bir dal karım, battal bir tezgâhım var idi, bir yokuş ucuna ocak açmış idim, bir elime çekiç, bir elime perçin, böğrüme matkap yapışmış idi, ağzına taş basılsın, çengellere gelsin biri, ülkedeki demir bulunmaz oldu, bildiğin kaba demir bulunmaz oldu, kaldırıma sıraladığım mal tükenip yenisini yapamaz oldum, gider isterdim, kilo başına yüz kara kuruş diye fısıldardı, el altından bir adamdı, param tez bitip, dükkânımı varlığına, bir dal karımı büyük evine, beni de tutsaklarına kattı.” (Yazılamamış Bir Günlük-Gidenler Dönmeyenler)
YAZYÜRÜDÜĞÜ: “Yazyürüdüğü diye bir yer var. Azaphane deresini geçince. Onun da arkalarında eskiköy. Yanıp yıkılmış bir yer. Oradan kaçtığımızı biliyorum yalnız. Zamanla anlatıla anlatıla yaşar oldu. Yerin göğe karıştığı günlerden kalmış. Hala sarsılıyormuş. Yarımız orada kalmışız. Kazılınca incecik kemikler, bebek altınları çıkıyormuş. Altınlar küflenmiş bile. Hala durup durup orayı anlatıyor. Her yıl bahar üzeri gidermiş. Deli karı derler, biraz da korkarlardı.” (Hep Onu An- Gidenler Dönmeyenler)
ZAMAN: “Masamdaki saat, on bir sıfır üç. Sıfır dörde ilerliyor, hemen yine sıfır üçe dönüyordu. Zamanı yok eder gibi, takılmış. Benim sözlere takılışım gibi, takılmış. Zaman da –bekleyişime uygun- saat denilen ikonasında durgun, titriyor. Sıfır üç/ sıfır dört/ sıfır üç/...” (İkona Ülkesi Nasıl Açıldı?- Bir Yer Göstericinin Hayatı)
Yeni yorum gönder