Bundan tam 61 yıl önce, 21 Nisan'da doğdu Murathan Mungan. Tam da bugün için, İpekli Mendil öykü sözlüğünün yazarlarından Betül Tekeli, Mungan'ın eserlerinden yola çıkarak mini bir sözlük hazırladı. Bu vesileyle, biz de Murathan Mungan'ın doğum gününü kutluyoruz!
Akdeniz: Bir Akdeniz kasabasının capcanlı, doludizgin, neşeli insanları… Satıcılar, çocuklar, pansiyoncular, yarıçıplak insanlar, uzanmış güneşlenenler, kuytuda gölgelenenler, bisikletliler, sürekli dondurma yiyenler, alışveriş edenler…
“Azer ile Yadigar”, Lal Masallar
Bozkır: Sabah şafakla birlikte yola çıktıklarında, kenarından geçtikleri uçsuz bucaksız bozkırın bir yerinde, bir köylü elindeki orakla ekin biçiyormuş. Serin, pembe bir yaz şafağının büyülü görüntüsünde güneş, adamın ardından doğuyormuş usul usul… Bozkırın ıssızlığında yapayalnız duran adamın daha çok bir sanrıya benzeyen bu görüntüsü çok etkilemiş arkadaşımı. Akşamüzeri aynı yoldan geri dönerlerken aynı köylü, aynı yerde, orağı havada asılı kalmış gibi aynı işi yapıyormuş. Bu kez de ardında güneş batıyormuş, tıpkı doğarkenki gibi. Ve onlar aynı yere bir kez daha dönüyorlarmış.
“Paranın Cinleri”, Paranın Cinleri
Can: Üç kapılık bir pazarlıktı bu. Anasına, babasına, yarine gidecektik. İçlerinden her kim, kendi canını Dumrul için bağışlarsa, onunkini alıp Dumrul’unkini serbest bırakacaktım. İlkin bana can veren anama gidelim, dedi. Ne de olsa benim canımın yarısı onun da canıdır. Peki, dedim. Madem bu hikâyeyi kat etmeye çıkmıştım yola. Sonuna kadar gidecektim. Dünya tamamlanmamış hikayelerle doluydu nasıl olsa…
“Üç Kapı”, Yedi Kapılı Kırk Oda
Çizgi: Erkek, kasabada kalmıştı. Belliydi bu. Bir masal çizgisi ayırmıştı onları. Böylesi çok daha iyiydi. Nasılsa her şey kendi çizgisinde gelişiyor, ayrışıyordu.
“Azer ile Yadigar”, Lal Masallar
Dağ: Bir top Billur Köşk var idi şu dağın başında. Dağ deyip geçmemek gerek, bilinen dağlardan değil bu. Hani kimi dağlar vardır, halay çeker gibi koltuğunun altına başka dağları alır, yan yana durur, sıra olur, geçit vermez. Kimi dağların da başka tepelerin, dağların sırtına basar etekleri, yücelerden yücelir. Bu, öyle değildi. Issız, bucaksız bir bozkırın ortasında yapayalnız duruyordu. Ululuğu yalnızlığındandı. Hem yalnız, hem yüceydi.
“Muradhan ile Selvihan ya da Bir Billur Köşk Masalı”, Lal Masallar
Eşik: Eşikte kapının açılmasını beklerken, kapının öte yanında her zaman oturduğu ceviz yeşili koltuğundan kalkıp kapıya doğru yekindiğini görür gibi oldum.
“Burası Ankara İl Radyosu, Şimdi…”, Kadından Kentler
Fotoğraf: Çocukken karıştırdığımız aile albümlerinde, bazı fotoğraflarla daha özel ilişkiler kurmuşuzdur, diğerleriyle karşılaştırıldığında çok daha özel… Çoğu kez, büyüklerimizin de, nedenini, niyesini anlamakta güçlük çektiği ilişkilerdir bunlar. Bütün zamanlara ve farklı coğrafyalara dağılmış aile bireylerini yeniden bir araya getiren “aile albümlerinin” büyülü yanılsamasında, onca resim, onca insan arasından kendimize birkaç kişi seçer, onların hikâyesinde geçmiş zamanların ardına düşeriz.
“Bunlar Artık Yok”, Paranın Cinleri
Gemi: Babası açık denizlere uzak seferler yapan uzun gemilerin birinde çalışırdı. (Oysa onu hep geminin kaptanı diye bildi) Bu uzun gemiler (geziler) boyunca babasının yüzünü unuturdu. (Belleğini zorladıkça daha saydamlaşıyordu her şey) Yüzünü, sisli gözlerini, kısık bakışlarını, yosun tutmuş gülümsemesini anımsayamaz, bir türlü gözlerinin önüne getiremez; bu yüzden suçluluk duyardı.
“Stelyanos Hrisopulos Gemisi”, Kırk Oda
Harabe:
“Gene mi yıkıntılar, harabeler?”
“Seviyorum oraları, tarihi, geçmişi…”
“Nesini seviyorsun allahaşkına? Otursana oturduğun yerde. Denize gir, yüz, eğlen, keyfine bak. Herkes gibi olsana biraz. Ne anlıyorsun o eski kalıntılardan?”
“Onlara insan eli değmiş bir zamanlar. Yaşamışlar, sevmişler ve sonra ölmüşler. Dokunmuşlar bütün o taşlara, o evlere. Onların eli değmiş. Sonra zamanın eli. Düşünsene ne kadar büyüleyici bir şey bu.”
“Azer ile Yadigar”, Lal Masallar
Işıltı: Birdenbire bunca yoksulluğun ortasında ışıyan bilezik, bu ölümü başka türlü anlamlandırıyor gözünde. İçi kamaşıyor. Şimdi yalnızca bir cesedin başında değil, aynı zamanda kendi hayatının ansızın geçmişe açılıveren kapısının başında hissediyor kendini. İçinde açılan bir kuyuya bakar gibi bakıyor bileziğin uyuşturan ışıltısına. Bazı anlar kendiliğinden uzar. Öyle oluyor. An uzuyor. İçinde bulunduğu an, bütün hayatına yayılırcasına uzuyor.
“Trabzon Burması”, Kadından Kentler
İktidar: Siz, güçle iktidarı birbirine karıştırıyorsunuz, ben güçlü, kararlı bir insanım. Bu da size iktidar olarak görünüyor. Çünkü siz, gücü iktidar sanıyorsunuz. Oysa güç edinilir, iktidar kullanılır. İktidar kullanıldıktan sonra da büyük olasılıkla hep kötüye kullanılır.
“Güç ve İktidar ve Diğerleri”, Meskalin 60 Draje, Express Dergisi 25 Kasım 1995 tarihli 97. sayısında yayımlanmıştır
Joker:
Blöfle dolu bir hayat
nereye düşse meteor
isabetsiz atışlarda neonlar
erken lunapark
!şans ve sızı!
içine çınlayan küs sayılar
ceketinin kolunda her zaman
gizli bir joker bulunur
bir tur daha
ertesi boşluklar
masadaki dördüncü ya da içimizdeki şeytan
zamanlama seyrek fırsat soğukkan
her şeye yeniden başlamak, gücü
teslim edilmemiş kalbin kapalı kartlarındaki
saklı arzu açık kumar
“Gizli Joker”, Mürekkep Balığı
Külkedisi: Kadınlığın en eski masallarından biridir Külkedisi. İşitmişsinizdir. Yaşamışsınızdır. Yaşatılmıştır. Bilirsiniz. Burjuvazinin yükselme çağında, zengin bir sarayın kalın duvarlarını bir ayakkabı tekiyle aşarak sınıf atlayan, dumanlı, gösterişsiz bir mutfaktan ve onun külleri hiç eksilmeyen ocağından kurtulup, bir anda ışıklı saray salonlarında yaşamaya başlayan bu kızı, onun özlemlerini, düşlerini, umutlarını, masalını, bilirsiniz.
“Zamanımızın Bir Külkedisi”, Kırk Oda
Laciverttaşı:
Laciverttaşı sürtünüyor gecenin
karanlıktaki birikim
kıvılcıma kadarki sessizlik
azap ve dinginlik
şafağın teni
yaz örtüsü
laciverttaşı yastığın altında
uykulardan kaçırılıp getirildiğim
işte balkon
işte meydan
işte yalnızca bir beyazlık
olarak anılacak
şafağın
teninde
örtündüğüm
bu yaz şiirim
“Laciverttaşı”, Oda Poster ve Şeylerin Kederi
Mardin: Mardin’de taşın kullanımı çok önemlidir. Birbirine “Abbara” denilen karanlık tünellerle bağlanır sokaklar. Abbaraların çoğu evlerin altından geçer. Işıktan koparak birkaç metre yürürsünüz karanlığın içinde; yukarıda odalar, sofalar, hayatlar… Abbaradan çıktığınızda sokak bitmemiştir. Bir süre sonra yeniden karşınıza dikilir.
Birkaç “Kültür” geçmiş Mardin’in üzerinden, hepsi de bir şeyler bırakıp gitmiş. Bunlar eklenmiş birbirine, birbirlerini tamamlayarak büyümüş şehir.
İmkansızlığın şiddeti kadar, ütopyaların gücünü de o sert iklimden, o sarp kentin profilinden, taşların kunt dilinden almış olsam gerek.
“Paranın Cinleri”, Paranın Cinleri
Nevruz: Nevruz günleriydi. Obanın kızları, her Nevruz Deliyar’ın başına gelir, kendi adlarını, aşağıya, uçuruma ünlerler. Deliyar, kutlu bir uçurumdur. Kutluluğu eski bir söylenceye dayanır.
“Azer ile Yadigar”, Lal Masallar
Orman: Alçalan kuşlarla birlikte, dağ doruklarından aşağılara inerek, ağaçları, koyu yeşillikleri taradı, denizin eteklerindeki orman çizgisine dek ulaştı. Ansızın dağ ile denizin birleştiği o tansıklı çizgiyle buluşuverdi bakışları. Gözleri, ormanın sessizliğine değdi. Denizin oradaki sesi duyulmuyordu. Oradaki deniz dilsizdi. Sanki orada sesi yoktu denizin. Bulunduğu yerin ufkundan bakıldığında, gökyüzü, orman ve deniz; doğum, yaşam ve ölüm gibi alt alta sıralanmıştı sanki.
“Azer ile Yadigar”, Lal Masallar
Özgürlük: Ne denizden ince ince esen rüzgar, ne gece boyunca uyumamış olmasıydı asıl neden; yürürken onu sendeleten şeyin bir tür hafiflik, bir tür baş dönmesi olduğunu sonra anladı. Özgürlükten başı dönmüştü. Uçarı bir neşeyle gelen canlı bir özgürlüktü bu; nedenini tam olarak bilemediği, hayatı hafifleten, attığı adımlara tartımını veren bir sevinç duyuyor, daha önce kendinde görmeye alışık olmadığı bir güven ve güç hissediyordu.
“Kordonboyu’nda Ömer Çavuş Kahvesi”, Kadından Kentler
Pancur: Bazı şeylerin görülebilmesi için, ışık değişikliği gerekir bazen. Ertesi gün akşamüstüne doğru alt katın mutfağında birlikte fasulye kırarlarken, ahşap pancuru açık kalmış arka pencerenin masaya vuran süzgün ışığında, geldiğinden beri ilk kez kız kardeş olduklarını hissetti Şengül.
“Samsun Sigarası, Tütün Balyaları, Tamaron”, Kadından Kentler
Rojda: Diyarbakır surlarından konuşmuşlardı bir akşam. Ne zaman hatırlasa, Rojda’nın zeytin karası gözlerinin çakmaklı ışığı hala gözlerini alır Aslı’nın. “Surları ayakta tutan üst üste yığılmış taşlar, kirişler, sütunlar değil ki; hikayelerdir, şehrin hikayeleri… O kadar güçlü, o kadar sökülüp alınamaz hikâyeler ki bunlar… Bu yüzden ayakta kalıyor bu şehir, bu surlar, bu halk…
“Diyarbakır Surlarında”, Kadından Kentler
Semah: Aşiret semah tutuyordu. Bin obadan, bin elçi gelmişti semahı görmeye. Namının yedi iklimi, dört bucağı dolandığı bir semahtı bu. Görmemek olmazdı. Bu semahı görmemek demek, dünyanın yarısını görmemiş olmak demekti.
Semah göç tutmak gibiydi. Bir yurttan sökün etmek gibiydi. Uzun yollar, uzun diyarlar, ulu sevdalar gibiydi. (Dünya mı gurbetti? Ahiret mi?) Hayat gibiydi semah. Tam bir hayat.
“Muradhan ile Selvihan ya da Bir Billur Köşk Masalı”, Lal Masallar
Şahmeran: Cenk Hikayeleri kitabımda yer alan “Şahmeran’ın Bacakları” adlı uzun hikayemde, yakalandıktan sonra öldürüleceğini anlayan yılanlar şahı Şahmeran, Camsap’a şu öğüdü verir, “Her neyse, artık bunları konuşmanın kimseye bir yararı yok, yalnız sana son bir öğüdüm var ya Camsap. Biliyorsun Belkıya’ya da son bir öğüdüm vardı. Öldükten sonra beni geniş bir toprak çanağa koysunlar. Üzerime senin yıkandığın hamamın suyundan döküp kaynatsınlar. İlk suyumu sen içme, o suyu bırak Vezir içsin, ikinci suyu kendin iç; ilk suya ağumu salarım, ikinci suya ise özümü. Padişaha gelince etimden yiyip iyileşecektir elbet, ama çok yaşamayacaktır ki. Zulümle beslenen bir imparatorluğun ne kadar ayakta kalabileceğini sanıyorsun sen? Er geç yıkılacaktır. Şimdi şifa olan etim bir gün ağuya dönüşecektir. Bu kez de daha onulmaz sayrılıklar başgösterecektir mazlum kanıyla beslenen bedeninde. O zaman da onu hiç kimse kurtaramayacaktır.”
“Ölçü ve Baharat”, Meskalin 60 Draje, Radikal İki Gazetesi 10 Ekim 1999
Tren:
Aynı tünellerden çıkarken yitirdiğimiz düşler
Birlikte kamaşan gövdelerimiz
Karanlıktan ışığa ürperen ten
Başka yolcularını bekletiyor şimdi
Kara saplanmış tren
Ayrıntıların bağışlamadığı nabzımın vuruşları
Bir başkası olarak yaşadığın serüvenlerde
Tedirgin gövdelere yerleşen
Bukalemundan kalan nem
“Kara Saplanmış Tren”, Başkalarının Gecesi
Uçurum:
Göremedi ayağına takılan uçurumu
Sazı bir handa asılı kaldı
Solgun yüzlü çarşılar
Ve her şeyi örten bu karanlık
İçindeki yarım kalmış tarihi sürdürüyor
Şimdi şiirlerinde çıplak adım dolaşan
Ölümle yan yana yürüyerek
Tekleyen bir uçurum
Dibine vardı
Divanı kül olmuş bir şair
Ne zaman doğar yeni külünden
Uçurdum ölümün mührünü
Uçurdu beni şiirden
“Uçurum”, Başkalarının Gecesi
Ürpermek:
Tenimden geçen dağda
Dağlanmaz dağılmazken geçen ten
Seninle dağdım dağıldım ürperdim
Kendi gövdemle ten dağını geçtim ben
“Arba”, Omayra
Valiz: Valizi, ağzı açık olarak dün geceden beri yatağının ayakucundaki şarap kırmızısı kadife döşemeli, üzerine düzenli aralıklarla mat metal düğmeler zımbalanmış pufun üzerinde öylece duruyordu. Hep bir şeyler unutacağı korkusu taşırdı valiz hazırlarken.
“Adana Sıcağında Erguvanlar”, Kadından Kentler
Yapıntı: Yapıntı bir mutluluk bu. Gülümseyişleri bile yüzlerine yapıştırılmış gibi. Hak edilmemiş bir neşeyi yaşıyor bu insanlar. Ya da neşeye benzeyen o şeyi. O arsızlığı o umarsızlığı.
“Azer ile Yadigar”, Lal Masallar
Zaman:
mürekkep dağıtan kağıttaki
ne bu kadardır ne bundan fazla
kendi zamanını seçer anılar
kağıtlar diner
mürekkep kurudukça
son büyük sular … çekilir
yanılmaz kimse zamanın akışında
“Zamanın Akışında”, Oda Poster ve Şeylerin Kederi
* İpekli Mendil yazarlarının hazırladığı siteye ve daha fazla içeriğe ulaşmak için tıklayınız.
Yeni yorum gönder