Bugün (27 Haziran) Yusuf Atılgan'ın doğum günü. İpekli Mendil yazarlarından Sinem Cerrah'ın, Yusuf Atılgan'ın öykülerinden yola çıkarak hazırladığı "A'dan Z'ye Yusuf Atılgan Sözlükçe"siyle yazarın doğum gününü kutlarız!
ALİ: “Dikilenlerden biri:
-Sulanır mısın herifin karısına!.. dedi.
-Yalan! dedim, kaygısızca.
-Susun be! dedi. Ne var gülecek? Dağılsanıza siz.
Üstümdeki tozları silkiyordu eliyle. Tanımadığım biriydi. Önce çocuk yürüdü; sonra ötekiler. İkimiz kaldık yalnız. Üstümdeki tozları silkiyordu boyuna. Yüzüm yanıyordu.
-Ben Ali’yim, dedi. ‘Ali’ymiş.’” (Yaşanmaz)
BONCUK: “Çocukları sevmiyorum. ‘Osman oscuk, gözü boncuk!’ Artık boncukları da sevmiyorum. Yıllar önce bütün boncuklarımı attım. ‘-Osman be, bir dizi deve boncuğuna kandırmışlar seni ha?’ derlerdi. Bağıra bağıra ağlardım. Bana o bir dizi gök boncuğu vereni unuttum. Çocuklar unutturmuyorlar.” (Tutku)
CÜRET: “Buralarda oturanların çoğu bizdenmiş. Bir gün heryerde oturanlar bizden olacak.” (Eylemci)
ÇÜRÜK AZI DİŞİ: “’Deliyorum ben.’ Perdeyi indirdi. Yatağa doğru yürüdü. Sökük yerinden soktu elini, paraları aldı. Mutfağa geçip ışığı yaktı. Ocaktaki küllerin üstüne attı paraları, dağıldılar. Cebinden kibriti çıkardı. ‘İki yüzlük alsam şuradan. Kimse kuşkulanmaz. Bir yağmurluk alırım. Üç yüzlük liralık adamım ben.’ Yüzünü buruşturdu ama eğildi iki yüzlük aldı yığından, katladı cebine koydu. Kibriti çaktı. Paralar yağlıydılar, çabuk yandılar. İçindeki karartı ışıdı. Birden çişi geldiğini, karnının acıktığını duydu. Odasına geçti. ‘Bol bir yemek olsa, anamınkiler gibi.’ Yarın, diyordu soyunurken, yarın. Bitkindi. Uyuyacaktı. Yarın bir işi daha vardı yapılacak: Gidip o korkunç dişçi koltuklarından birine oturacak, çürük azı dişini çektirecekti.” (Çıkılmayan)
DENİZ: “Kendini öldürenlerin yaşamayı aşırı sevenler olduğunu düşünürdüm. Sonra bir gün ‘yarın’ diyebildim. Denizde olacaktı. Yanımdaki sığlığın yosunlu, sinsi sokulganlığında değil, ötelerin derinliğinde diyordum.” (Bodur Minareden Öte)
EV: “Yedek giysilerimi bir bavula doldurdum, evden çıktım. Dağ oradaydı. Bana bu katı, oturgun kabarıklık değil, kıpırdak bir deniz üstü düzlüğü gerekti. Sokak kapısını kilitledim mi, bilemiyorum.” (Bodur Minareden Öte)
FAŞİST: “Geçen ay kullandığı üç bombadan en etkilisi Devrim Kitabevi’ne attığı olmuştu. Dükkân harap olmuş; kitapçı ile bir alıcı ölmüş, birisi de yaralanmıştı. ‘Devrim kitabeviymiş! Adından belli değil mi komünist yuvası olduğu? Alışveriş edenler de öyledir. Kökünü kazımalı bunların.’” (Eylemci)
GÜN: “Yatsam, hiç kalkmasam! Kalkıp düşmanlıklarla dolu bir güne başlamakta ne var?” (Dedikodu)
HAZIRLIK: “Sıvasız taş duvara yaslanıp o korkunç sesi bekledim. Buraya gelmeden önce ne gerekiyorsa hepsini yaptım; öğle yemeği yemedim, tıklım tıklım bir otobüste biletçiyi ayağıma bastırdım; bir kadına kaşlarını çattırdım; inerken tıraşı gecikmiş, kahverengi enseli bir adamı ‘Yavaş ol be!’ diye bağırttım; stadyumun önünde bağırgan kalabalığın arasına karışıp -sol kolum iç cebimin üstünde- kendimi itelettim, kakalattım.” (Bodur Minareden Öte)
IŞIK: “Sokağına döndü. Evi solda, ilerde. Işıksız. İnsanlar geçiyor önünden, her geceki gibi. Oysa başka olaylar bekliyordu. Kapının önünde durdu. Pencerelerde ışık olsa. Kimsesi yok. ‘Sıkıştık mı yalnızlığımız daha koyulaşıyor.’” (Çıkılmayan)
İNSAN: “Şimdi yalnız. Kalabalıktan biri değil. İlerde bugünün insanlarını eli baltalılar, kocaman gözlüler diye hatırlayacak. ‘Benim gözlerim de öyle büyük mü?’ Bu gece sanki yolunu şaşırmış da bilmediği bir kentin insanları arasına düşmüştü. Kalabalıkla sürüklenmiş, az sonra o da onlardan olmuştu. ‘Kimsin sen arkadaş, niye yırtmıyorsun sen?’ demişti biri. Kıpkızıl gözleri vardı. Kaçıncı dükkândı bu girdikleri bilmiyordu. Onların arasındayken kafası durmuştu, düşünemiyordu. Boydan boya yırtılmış kumaşların, gömleklerin, parçalanmış ayakkapların, saatlerin, cam kırıklarının üstünde yürüyorlardı. Yolun taşları görünmüyordu.” (Çıkılmayan)
JENERİK: “Çok eskiden, deve deveyken, sinek sinekken, insanlar gemilere, uçaklara, trenlere, arabalara, köpeklere binerken, eylül sonlarında güzel bir sabah Filiz’le Oğuz yanlarına küçük oğulları Korkut’u alıp İzmir’den Hacırahmanlı’ya, Yusuf’u görmeye geldiler. Yedi yaşındaki büyük oğulları Ongun gelmek istememişti. Dedesiyle çöp kebabı yemeğe gidecekti. Geçen yıldan beri Yusuf’la arası çok iyi değildi. Kışın bir süre Ankara’daki evlerinde konukken salonda kibrit yakmasına, minderleri uçak yapıp uçurmasına, burnunu karıştırıp sümüğünün tadına bakmasına engel oluyordu.” (Korkut’a Masal)
KASABA: “Bir kadın geçiyor. Tanırım onu, evleri bize yakın. Kocası bir bankada çalışıyormuş. Kıpkırmızı boyanmış. Neler söylüyorlar onun için komşu kadınlar, ne kötü şeyler. İnanmıyorum onlara. Hep birini çekiştirirler. Gözleri ışıldar anlatırken. Onların yanındayken kalkıp gitmekten korkarım. Gider gitmez beni çekiştirecekler sanırım. İnanmıyorum onlara ama bu kadını da sevmiyorum. Çok konuşur. Ara sıra bize gelir. ‘Bizimki’ dediği kocasını anlatırken, bir bakışı vardır bana, evlenmedin diye eğlenir gibi, acır gibi bir bakış, sinirlendirir beni. Gene de bir şey demem; anlamamış gibi dururum. O boyuna konuşur. Müdürlere gitmişler geçende. ‘Bir kızları var kardeş, bu kadar da olur mu? Neredeyse kucağına oturacak bizimkinin...’ O kıza da acırım ben, şu kadına da, kendime de. Neden bu daracık kasabadayız biz? Yoksa bütün dünya böyle mi? Kitapların dediği yalan mı?” (Evdeki)
LAHANA: “Sarıbaş başını kaldırıp baktı. Korkut uyumuştu. Gene ön ayaklarının arasına koydu başını, uyudu. Tam o sıra kara bir bulut çöktü ovaya; her yer karardı. Lahanalar akşam oldu sandılar; tekdüze, ninni gibi bir çıtırtıyla yapraklarını toplamaya başladılar. Uykusunda birisi üstünü örtüyor sandı Korkut; bacaklarını topladı, büzüldü. Lahana, çocuğu yapraklarıyla güzelce örttü, sardı; yusyuvarlak kocaman bir lahana oldu.” (Korkut’a Masal)
MASAL: “Sokuldu, ‘Yusuf abi, masal anlat bana,’ dedi.
‘Şimdi olmaz,’ dedi babası. ‘Rahat dursana,’ dedi anası. Ama Yusuf çok özlemişti Ceren’i. Sordu: ‘Nasıl doğduğumu anlatayım mı?’ ‘Anlat,’ dedi Ceren. Yusuf önce öksürdü, sonra anlattı:
‘Deve deveyken, sinek sinekken, ben babamın beşiğini tıngır mıngır sallarken, anam beni doğuracaktı. ‘Sancım tuttu sana, koş ebeyi çağır,’ dedi. Fırladım kalktım; babam huysuzluk ediyordu ama, kim dinler babamı, doğmak istiyordum ben. Ebenin evine koştum; kapıyı çaldım. ‘Kim o” dedi bir ses. ‘Ebanım, bize gidecez, anam beni doğuracak’ dedim. ‘Ebe evde yok, gökyüzüne gitti çocuk doğurtmaya’ dedi aynı ses. Durulacak zaman mı, koştum eve.” (Ceren’e Masal)
NEFRET: “Neydi o ilk atandığımız kentte, otel odasında her gece sesimizi kısarak, inleyerek sevişmelerimiz. Sonraları, atandığımız okullarda, özellikle yöneticiyken odasında öğrenci kızları kucağına oturtup sevmeleri. Gençleri Türkçülük, ülkücülük konusuna çekmek için çalışmalarımız. Öteki öğretmenlerden bize uymayanları solcudur diye suçlayıp, soruşturma açtırıp ayaklarını kaydırması. Yaşımız yetmişi geçtiği halde şimdi de gençmiş gibi uğraşıp didinmesi. Çoğu günler nerelerde kimlerle buluştuğunu, neler yaptığını bana bile söylemiyor artık. Hep kuşkulu, güvensiz, belki benden bile kuşkulanıyor. ‘Solcular sarmış her yanı, köklerini kazıyacağız’ diye bağırırken kimi zaman dişleri fırlıyor ağzından.” (Eylemci)
ORASI: “Bugün birşeyler oldu. Sabah yemini yedikten sonra gene o her zamanki iç sıkıntısıyla damlara bakarken şu kümesin üstüne atlasam diye düşündüm. Kanatlarımı çarpıp sıçradım. Kendimi kümesin üstünde görünce şaşkınlıktan bağırmışım. Ötekiler de bana bakarak bağrıştılar. Kümesin üstünden öteki kocaman dama uçmak daha kolay. Bir daha sıçradım bağıra bağıra. Kiremitlerin üstünde yavaş yavaş karşı yana yürüdüm. İçimde bir genişleme, yüreğimde hızlı bir çarpıntı başladı. Bizim yaşadığımızdan çok daha büyük bir avlu göründü gözlerime. Baktım bunun da dört yani bizimki gibi duvarlarla çevrili. Ama bu başka; içinde yaprakları dökülmüş kocaman ağaçlar var. Topraklar yemyeşil otlarla kaplı. Bu duvarların ardında bundan da büyük avlular vardır dedim. Sonra uzaktan sesi gelen horozların yaşadığı bir yer olacak. Bulacağım orasını.” (Kümesin Ötesi)
ÖZLEM: “Horoz bu dört duvar arasından hoşnut. Yiyip içip üstümüze atlamak yetiyor ona. Ama ben her zamandan çok şimdi kocaman avluların özlemini duyuyorum. Duvarların ardında, o uçsuz bucaksız dünyada daha iyi tavuklar arasında, daha anlayışlı horozlarla geçecek günlerin özlemiyle doluyum. Bıktım buradan. Kaçacağım. Ama köpekler varmış, başka canavarlar varmış, olsun. Bu defa kanatlarımı açar uçuveririm, hırpalatmam kendimi onlara.” (Kümesin Ötesi)
PİYANGO: “Hep olağanüstü şeyler düşünmüştü, yaşadığı düzenden kurtulmak için. Piyangolardan ummuştu. İşte beklediği geldi, ama kurtulamıyor. ‘Belli bir yaşayış uygulamışlar bana. Görünmeyen bir giysi giydirmişler. Sıkıyor beni, çıkarıp atamıyorum. Düğmelerini çözemem mi? Bu bile güç.’” (Çıkılmayan)
RAHATLAMA: “’Kalk, kalk’ diyordu biri, duyuyordum. Sol yanağım yanıyordu. Adamın vurduğu yanağımdı bu. Kolumdan tuttu kaldırdı. Gücün doğruldum. Beş altı kişi durmuş, bana bakıyorlardı. Bir de çocuk vardı. Tümünü gördüm bir bakışta. Gözleri şakıyordu. Geçen gün sucuk aldığım bakkalın gözleri geldi aklıma. Dayanamayacaktım; kahredici bir sıkıntı vardı içimde. Birden hatırladım. Eve varınca kendimi öldürecektim. Rahatladım.” (Yaşanmaz)
SAATÇİ: “Belediye Başkanı, onarsın diye saatını gönderecek odacıyla. Saatçı parçaları silecek. Aksilik bu ya, silerken çarklardan biri elinden düşecek. Tabandaki tahta yarıklardan aşağı girecek. Saatçı saati ödemeye hazır; ama başkan düşman kesilecek ona. Sağa baktın suç, sola baktın suç. Sonunda dükkânı kapattıracak saatçıya.
Sevmem bu çeşit hikayeyi, yalanmış gibi gelir bana. Belediye başkanı saatını hiç bu çarşı ucundaki saatçıya gönderir mi? Büyük caddede, pencereleri yeşil demir parmaklıklı, yeni açılan bankanın karşısındaki bilmem ne acentası saatçıya gönderir. O dükkânın tabanı tahta değil, parkedir. Düşen çark bulunur. Genel Kitaplık memurunun saatını dört liraya silen o saatçı başkandan iki lira ister.” (Saatların Tıkırtısı)
ŞAŞILACAK ŞEY:
“-Nerelisin sen?
-İzmir’den geldik.
-Şu araba sizin mi?
-Anneannemin.
-Baban hızlı sürer mi?
-Oğuz mu? Oğuz bilmez. Filiz kullanır.
-Neden anne, baba demiyorsun onlara?
-Ongun da demiyor.
-Kim bu Ongun?
-Kardeşim. İki yaş büyük benden.
Köpek başını salladı, ‘Şaşılacak şey,’ diye mırıldandı. Şaşılacak bunca şey varken köpeğin buna şaşmasına şaştı Korkut.” (Korkut’a Masal)
TIKIRTI: “Şimdi tıkır tıkır işleyen saatların arasında saatçının canı sıkılıyordur. (Ben de sıkıntılıyım burda.) Gözlüğünü çıkarmış, gözüne büyütkeni yerleştirmiş, bir saatın bozuk yerini arıyordur. Saatların tıkırtısıyla içinin sıkıntısı arasında bir ilgi vardır sanki. Bu durmayan tıkırtı dünyanın düzeni gibi bir şeydir. Değişmez. Dursa sıkıntı geçecek belki. Oysa bu sıkıntıyı yaratan kendisidir. Her sabah dükkâna girdi mi ilk işi birer birer bu saatları kurmaktır. İğrene iğrene yapar bu işi. Kurmayıverse olmaz mı? Olmaz? O zaman kendi kendisi olmaktan, saatçı olmaktan çıkar.” (Saatların Tıkırtısı)
UMUT: “Ya Hatçedudu, sözümyabana, deli diyorlar torunuma. Dilerim deliler kessin yollarını da ödleri çatlasın ‘su’ diyemeden gebersinler! Bütün köyün karısı ağızbirliği mi etmiş Hatçedudu? Hiç mi hasta çocuk görmemişler? Neleri büyüttük biz! Kendiminkileri geç, buncazımdan önce doğan iki kızda bayılma huyu yok muydu? Geçti işte; ikisi de, sözümyabana kazık gibi. Bununki de geçecek elbet.” (Dedikodu)
ÜMİTSİZLİK: “Bir ay, geceleri bana ayırdıkları küçük odanın karanlığında, onlara varlığımı hatırlatacak bir cılız öksürüğü bile örtünmediğim yorganın arasında boğmaya çalışarak, evlerinde değilmişim, hiç olmamışım gibi uzandığım yatağın altından döşemenin kaydığı, dipsiz bir oyuğa hızla düştüğüm zamanlar oldu. Bu başdöndürücü düşüşleri geçen yazdan beri tanıyordum. Yakın kasabadaki evimde de kimi geceler altımdan döşeme kayardı. Boşluğun ortasında uzanır karımın kıllarına tutunurdum. Hep yanımdaydı; ama ben dört yıl önce onun adını unutmuştum.” (Bodur Minareden Öte)
VAPUR: “En iyisi vapurlardı. Sağ elini saçlarından geçirip yanağına dayardı. Kimsenin göremediği, iki ucunda yalnız kaldığımız o kıldan ince köprüyü kurardık. ‘Biliyor musun, beni yokluğun eşiğinden sen çevirdin. Birbirimiz için varız biz.’ derdim. Kendimi ona gerekli yapmaya uğraşıyordum belki. Dünyada ötekilerin de oluşunu bağışlıyordum. Vapuru yapan işçiler, yüzdürenler, onu iskeleye bağlayan kırmızı burunlu adam, ekmeğimizi pişiren fırıncı, ağabeyim, herkes biz olalım diye vardılar. Bizim için elbirliğiyle bu kısa yolculukları hazırlıyorlardı.” (Bodur Minareden Öte)
YAŞANMAZ: “’Ulan sağ ayağın altı parmaklıymış senin be’ ‘yalan’ derdim. Ayakkabımın bağına uzanırdım. Katıla katıla gülerlerdi. Şaşırır kalırdım. Mutemet gözlüğünün üstünden bakardı. ‘Sen başkasın’ derdi öğretmen. Sınıf çın çın öterdi. ‘Hey bücür, temize çek şunu.” Bücür bendim. ‘Bu suratla mı be? Vazgeç, korkar kadınlar.’ Çağımızın öncüsüydüm ben; ama beni yerden kaldıran adam üstümü başımı silkmişti. ‘Yirmi liraya bu gömlek ha! Kazıklamışlar seni. Benimkine bak, onüç liraya.’ Sonra o bakkal, yarım kilo sucuğa beş lira alanı: ‘Bütün dünya bana bir yaşama borçlu.’ İstemiyordum alacağımı. Bilek damarımı kesecektim. Ötekiler kapımı kırınca ne yapacaklardı acaba? Madam kızardı belki. Önce karşı duvara kara boyayla kocaman bir YAŞANMAZ yazacaktım.” (Yaşanmaz)
ZARARSIZ NESNE: “Korkut elini uzattı, aldı. Sıcaktı. Ağzına götürdü, ısırdı. Dört dişinin izi kaldı üstünde. Bu yumuşak, zararsız nesne mi öldürecekti sarıasmayı, karamekeyi, gökçeliyi, alaca cereni, insanı? Sokakta oyuncak tüfeklerle ‘fiyu, fiyu’ diye birbirlerine attıkları havadan kurşunlar gibi bir şeydi bu. Kaldırıp yere attı. Olacak işte, o sıra bir arpa tanesi yüklenmiş yuvasına giden bir karıncanın üstüne düştü kurşun, ezdi.” (Korkut’a Masal)
* İpekli Mendil yazarlarının hazırladığı siteye ve daha fazla içeriğe ulaşmak için tıklayınız.
Yeni yorum gönder